"Risaleler Neden Kırmızı?"

"Risaleler Neden Kırmızı?"
Fotoğraf: Çağrı Adil, Rumi Kunst Instituut/Rotterdam, 2 Kasım 2024

Hiç hazır hissetmedim kendimi. Değişmeye, dirilmeye, hiç bilmediğim yerlere gitmeye. Son gün gelmeden ders çalışmaya, son haftası gelmeden bir kursa kayıt olmaya. Arzın merkezine değil belki ama bir sanat düşüncesi yolculuğuna hiç hazır hissetmedim kendimi.

30 sene önce uyarmıştı hocam beni. Bir Yeni Ümit başyazısında. Yeryüzü Mirasçılarının vasıflarını sayarken sanat düşüncesi yolculuğuna hazır değilsin demişti. Talebenin geçmez not aldığında bir şey düşünemediği gibi ben de öylece kabullenmiştim hazırsızlığımı. Ne bir gayret emaresi göstermiştim, ne de ağzımı açıp: “hazırlanmalıyım!” diyebilmiştim. Şimdiyse her okuduğumda bir doğum sancısı deliyor göğsümü.

Ben sağıma soluma bakınırken, hocam beni çağırmaktan hiç vazgeçmemişti…

“Sanatsız bir insan, ölü olmasa da, diri de sayılmaz.”
(
Ölçü veya Yoldaki Işıklar, s. 49)

Bir kez olsun sormadım “Risaleler neden kırmızı?” diye. Bilemedim buna verebileceğimiz tek cevabının “Üstad kırmızı rengi seviyordu.” olduğunu. Hem de mavi baskıların cilterini söküp kırmızı ciltletecek kadar.

Üstad’da görebilirmişim estetik bakışın en küçük örneğini bile.


Geçmişin aksine sanat, yalnızca elit tabakanın tali meşguliyetlerinde biri değil. Hemen hemen hepimiz saniyeler içerisinde milyonlarca sanat eserine ulaşabiliyoruz. Bununla beraber hiç olmadığı kadar da ihtiyaç duyuyoruz. Çünkü sanat, burada var olmayana karşı yaşadığımız hasreti yatıştırıyor.

Esasında sanat anlayışı var olmayanı var etmek, var olandan kaçmak demektir. Hz. Adem Adn Cennetinde mesuttu, özbeniyle cennet ile iç içeydi. Yasak meyveyi yiyerek yaşadığı düşüşten sonra kaybetti bu mesudiyetini. Ve böyle başladı insanoğlunun var olmayana hasreti, hiç geçmeyecek gamı.

Gam ile hüzün aynı şey değildir. Gündelik adi eksiklikler hüznün, yüce eksiklikler de gamın kaynağıdır. Gam din, tasavvuf ve sanat gibi gayretleri meydana getirir. Bunlar ile bu dünyada olmayana ulaşır insan. Kendini orada hisseder.

Bugün insanların kendi derin manevi alemleri var ve oraların gündelik hüzünlerle dışa vurulması mümkün değil. İnsan ancak sanat gibi ulvi bir uğraş vasıtasıyla kendini anlayabilir ve somut bir şekilde ifade edebilir. Eğer kişi böyle bir pencere bulamazsa “dini ıstırap” içerisinde kaybolur gider.

İlahi bir işlevi var sanatın. Bir nevi Cenab-ı Allah’ın yaratma fiilinin cüzi bir yansıması.


Dr. Refii Kileci Hocam’ın Rotterdam’daki atölyesini ziyaret ettiğimde daha önce hiç duymadığım ve tahmin dahi edemeyeceğim şu bilgiyi öğrendim: Arap alfabesinin ilk harfi olan ve diğer bütün harflerin kendisinden oluştuğu Elif bilinenin aksine düz değildir. Yarım nokta kavisiyle sırtı sola meyilli, sülfeli ucuyla başı öne eğiktir.

Önce sağ aşağıya doğru, 75 derecelik bir açıyla omuzdan çizmeye başlarsın elifi. 85 derece ile bilekten bir sülüsle bitirdiğin, 7 noktalık uzunluğuyla, yarım noktalık kavisiyle muazzamn bir gövde çıkarırsın. En son tepesine pek de sivri olmayan bir sülfe eklediğinde tamamlanır elifin.

Elifin düz olmaması değil mesele. Bunu görmeyişimiz. Daha da acısı: umursamayışımız.

Elif’in kıvrımından zevk alabilmeli insan. Birkaç derslik bir eğitimle hattat olunmaz belki ama Allah lafzına hayran kalmaya başlanabilir. Kur’an okuyabilen her insan bir kez olsun eline hint kamışı alıp, bir elif çizmeye çalışmalı.

Nasıl okumayan, bilmeyen insanın hiçbir şeyi sevemeyeceği gibi, ben de elifi sevemedim yıllarca.


Özellikle son üç asırda islam aleminin yaşadığı yıkım ile aynı hızda İslam Sanatı da özünden bir kopuş yaşamıştır. Ve özüne döndürülmeyi bekler durumdadır. Bu öze dönüşü Merhum Necip Fazıl bas’u badel mevt (ölümden sonra yeniden diriliş) olarak adlandırırken; Sezai Karakoç ise kendisini zikrettiğimizde aklımıza gelen ilk kelime olan ‘diriliş’ kavramını kullanır. Ve Hocaefendi de ziyadesiyle diriliş kelimesi ile ifade etmekteydi kendisini. 


Bir süredir ‘diriliş’ mevzusunu araştırmanın yorgunluğunu taşıyorum üzerimde. Bu süreç ile diriliş, beni gördüğüm yerde heyecanlandıran, aynı derecede de gama boğan yegane kavram haline geldi. 

Ben alem-i islamı ağlanacak halde zannederdim. Halbuki ağlayarak yerlere kapanıp, acıdan can verilecek haldeymiş. Çünkü tarihte dine saldırılar olmuşsa bile böylesine içten bir yıkım hiç görülmemiş.

“Hiçbir şey düşman vasıtasıyla sapmaz. Düşman düşmanı diriltir. Bir din ve düşünceyi ancak ya bir dost ya da kendisini dost meclisinde gösteren bir düşman bozabilir.” (Ali Şeriati, Sanat, s.19) Alem-i İslam’ı da kendini dost gösterenler veya Hocaefendi’nin ifadesiyle “şekil Müslümanları” bu hale getirmiştir.

Düşman güçlendikçe, dostlar da güçlenir. Gemiyi batıran mürettebattır her zaman. Ve unutmamak lazım ki; bu geminin kaptanı da biziz, mürettebatı da. Gemiyi batırıyor olanı da.


Belki bütün bunlardan daha mühimi bu dirilişin gerçek olduğunu idrak edebilmemiz. Üstad Bediüzzaman Said Nursi gelecekte bir dirilişin yaşanacağı müjdesini, “"Ne yapayım, acele ettim, kışta geldim; sizler cennet-âsâ bir baharda geleceksiniz. Şimdi ekilen nur tohumları, zemininizde çiçek açacaktır!" (Tarihçe-i Hayat, s. 75), "Ümitvar olunuz. Şu istikbal inkılâbı içinde, en yüksek gür sada İslâmın sadası olacaktır!" (Tarihçe-i Hayat, s. 144) ve “Yakînim var ki: İstikbal semavatı, zemin-i Asya. Bâhem olur teslim, yed-i beyza-yı İslâm'a.” (Sözler/Lemaat/Eddai) sözleriyle veriyor.

Bu diriliş gerçek ve bize çok büyük sorumluluk düşüyor. Gençler El Medinetü'l Fazıla’ları hayata geçirecek olan Altın Nesil olma, biraz yaşını almış olanlarımız da Altın Nesil yetiştirme yolunda büyük adımlar atmayı acilen hızlandırmalı.

Kamplarımız, rehberliklerimiz, okuduklarımız birer Penelope örgüsü olmamalı; 24 saatte bir sökülüp örülmemeli. Cemil Meriç’in yarım asır önce söylediği gibi: “Toprak sarsılıyor!.. Hep birden esfel-i safiline yuvarlanmak istemiyorsak, gözlerimizi açmalıyız.”