Ölümü Sevdiren Şair: Necip Fazıl Kısakürek

“Ölüm güzel şey; budur perde ardından haber...
Hiç güzel olmasaydı, ölür müydü Peygamber?”
— Necip Fazıl Kısakürek, Çile
Bazı sözler vardır ki yalnızca kulakta yankılanmaz; doğrudan kalbe iner, ruha temas eder. Necip Fazıl Kısakürek’in bu mısraları da işte o türden… Ölümün soğuk ve ürkütücü yüzünü sıyırarak ardındaki hakikati gösteren bir pencere açar bizlere. Zira ölüm, onun kaleminde ne bir son, ne de bir yok oluştur. Bilakis; ebedî hayatın eşiği, bir vuslat ve Sevgili’ye dönüşün en güzel adıdır. Peygamber Efendimiz’in (sav) de tattığı bu hakikatin güzel olmaması düşünülebilir mi?
1904 yılında bir Mayıs günü doğan Necip Fazıl, 1983’te yine bir Mayıs gününde ruhunun ufkuna yürüdü. Bu zaman dilimi içinde yalnızca şiirler yazmakla kalmadı; bir neslin ruhuna fikir tohumları ekti, bir diriliş çağrısı yaptı ve hakikatin peşinden yürüyen bir dava adamı olarak tarih sahnesinde yerini aldı.
Necip Fazıl’ın ölüm tasavvuru, imanla yoğrulmuş bir haşir telakkisidir. Şiirlerinde ölüm, bir son değil; bir başlangıç, bir ebediyet kapısı olarak resmedilir. Bu noktada, Üstad Bediüzzaman Said Nursî ile Necip Fazıl’ın düşünce iklimi arasında derin ve dikkat çekici bir irtibat kurmak mümkündür.
Üstad Hazretleri’nin şu ifadeleri, bu anlayışın en veciz ve vurgulu örneklerindendir:
“Sizlere müjde! Mevt idam değil, hiçlik değil, fenâ değil, inkıraz değil, sönmek değil, firak-ı ebedî değil, adem değil, tesadüf değil, fâilsiz bir in’idam değil. Belki, bir Fâil-i Hakîm-i Rahîm tarafından bir terhistir, bir tebdil-i mekândır. Saadet-i ebediyeye, vatan-ı aslîye bir sevkiyattır. Yüzde doksan dokuz ahbabın mecmaı olan âlem-i berzaha bir visal kapısıdır.” (Mektubat)
Necip Fazıl’ın kalemi de bu derinliği, bu hakikati edebî kudretiyle halkın idrakine taşımayı başarmıştır.
Hocaefendi, yazılarında ve sohbetlerinde Necip Fazıl’ı sıkça yâd eder; onun kalemiyle yaptığı hizmetleri daima vefa ile değerlendirir. Şu sözleri, bu takdirin veciz bir özeti gibidir:
“Necip Fazıl, Nur talebesi olmamakla beraber, Nur talebeleri kadar ve hususi planda bazı Nur talebelerinden daha fazla din‑i mübin‑i İslam’a hizmet etmiştir. Sadece o mu? Hayır. Büyük Doğu’nun yanı başında Sırat‑ı Müstakim, Sebilürreşad, Hür Adam’ı çıkaran kimseler de o kadar hizmet etmişlerdir.”
Yine bir başka hatırada Hocaefendi şöyle der:
“Necip Fazıl, Nur talebesi değildi ama Nurları takdir ederdi. Bir keresinde bana: ‘Bırakın şu Risale‑i Nur’u sadeleştireyim. Bediüzzaman, Sultan Ahmed’in mimarı gibi bir insan. Köprünün altında, dubada yaşayan ne anlar onu!’ demişti. Evet, cevahir kadrini cevherfüruşân olmayan bilmez. Zaten bu denli hak yolunda olan bir insanın haknâşinas olması da düşünülemez.”
Necip Fazıl’ın nazarında ölüm, fânî olanın perdelenip bâkî olanın tecelli etmesidir. Mısralarına sinen bu hakikat duygusu, sadece şiirsel bir ifade değil; derin bir iman ve tefekkürün sesidir.
“Çile”de yanan bir ruhun iniltilerini, “Ben ve Ötesi”nde ise kendi varlığı üzerinden hakikatin kapısını zorlayan bir iç yolculuğu dile getirmiştir. Mısralarını yalnızca sanatla değil, hakikatle beslemiştir.
Vasiyetini,
“Beni de Allah ve Resûl aşkının yanık bir örneği ve ardından birtakım sesler bırakmış bir divane olarak arada bir hatırlayınız!”
sözleriyle bitirmiştir.
Bugün, onun kelâmıyla yoğrulmuş gönüller; mânâyı, meali ve maksadı aynı derinlikte aramaya devam ediyor. Yazdığı her harf, ardında bir hakikat yankısı olarak yaşamaya devam ediyor.
Ruhuna rahmet diliyoruz… Mekânı cennet, hatırası daim olsun.
Yorumlar ()