Yusuf Bayram ile Ropörtaj

Respect Risale Okulu olarak hocalarımız ile güzel bağlar geliştirdik. Şimdiye kadar derslerimize katılan hocalarımız ile kalbi bir bağ yakaladık, onlarla beraber bir marifet-i ilahiye yolculuğu yapmaya devam ediyoruz. Bu devam edegelen ciddi bir gelişim süreci… Fatih Morca, öğretim görevlilerimizden Yusuf Bayram hocamızı evinde ziyaret etti. Sohbette insibağ vardır, derslerden de aşinayız bu duruma. Bu insibağ ile boyanma sürecini elden geldiğince metne dökmeye çalıştık.
Fatih M: Yusuf hocam, sizi derslerde görüyoruz. Ayrıca ziyaret edip sizin olaylara yaklaşım biçiminizden anekdotlar toplamak istedik. Çünkü büyüklerimiz olan sizler bunca hizmeti yaparken yaklaşımınız nasıldı, siz neredeydiniz şimdi biz neredeyiz görmek istiyoruz.
Yusuf Bayram: Madde mânâ, dünya ahiret, lafız mana, beden ruh, suret ve kabuk ya da kışır, öz ve lüb… Hakikat surette, lafızda, görünüşte, zahirde değildir. Batındadır, özdedir, görünmeyendedir. Kâinatın kapıları zahiren açık görünür, ama hakikatte kapalıdır, çünkü hakikat örtüktür, meknîdir. Onu deşmek gerekir. Üstad der: Bizim vazifemiz istihrac-ı esrar-ı imanî ve Kur’ânî’dir. (Barla Lahikası, s. 470) İstihraç, arkeolog gibi kazıp çıkarma mânâsında. O bir gayret, ciddiyet, adanmışlık, ısrar ve tekrar gerektiriyor. “Men talebe ve cedde, vecede” Her isteyen ciddi olmuyor. Ciddi olanda tekrar var, dönmeme var, ısrar var. Ciddi olma, tekrar etme, ancak aşkla oluyor. Âşık yorulmaz, âşık saymaz. Aşkın da vesilesi kâmil iman. İnsan şüphe ettiği şeye âşık olamaz. Tam aşkta hem bir bağlılık hem âşık olunan şey için her şeyi feda etmeye hazır olmak var. Bunlar olunca zaten ilim ve diğer şartlar -ki yeryüzü mirasçısının vasıflarıdır- daha kolay tahakkuk ediyor.
İnsanı tatmin eden daimî mânâlar batındadır, hakikattedir. Onun için Üstad, herkesin meftun olduğu dünyevi muvaffakiyet şöhret vesaire beni tatmin etmedi (mealen söylüyorum). Aynada beyaz kılları gördüm, divane mi oluyorum diye sorguluyor: İnsanlar bunların peşinde ben neden bunların peşinde değilim?
Eşyanın suretini ve faniliğini fark etmek, kalbin bunlarla tatmin olamayacağının şuuru demektir. O zaman yeni bir arayış başlar. Kalbin özelliğidir: Bir şeyin veya kimsenin peşine düşer. Bulduğunda bakar; ötesi var mı, yok mu? Ötesi varsa aramayı devam ettirir, ötesi yoksa durur. Şimdi ötesi olmayan şeyler surette değil, batındadır. Onun yüzünden hakikatin nuruna muhatap olma ihtiyacını hissediyor.
FM: Eskiden Türkiye’de bir makam hedefliyorduk, o makama çıkıyorduk, işte tamam oldu diyorduk. Sonra o güvendiğin makam elinden alınıyor, itibar alınıyor, ondan sonra insan anlıyor; bunlar sevilmeye layık şeyler değilmiş. Ve insan marifete eriyor oradan.
YB: Evet, “Alâka-i kalbe değmez.” diyor Üstad. Çünkü faturası, bedeli de ağır oluyor, Onun için çok emek gerekiyor, zaman gerekiyor, maliyeti yüksek şeyler. Alâka-i kalbe değmez… Kalben bağlanmaya değmez… Faniyatla kalbî bağlılıkları kestiği zaman insanda bir huzur ve hürriyet başlıyor. Ondan sonra, latifelere, kalbe doğrudan hitap eden, daimî manalarla meşgul olabiliyor. Hür bir şekilde… Huzurlu bir şekilde… Bunlar zaten zamansız hakikatler olduğu için az çok, kısa uzun fark etmiyor. Bir kere yakalasa zaten yetiyor ona bir ömür boyu. İhlas, ihsan, hayır… Kendi kendine delil olan, bedihî güzellikler... Esma ve sıfatların cilveleri, tecellileri bedihîdir. “Hakikat güzeldir” diyor Üstad. Bu güzelliği ispat etmeye bile gerek yoktur.
Yani insan kendi kendine perde olmasa, hakikatle doğrudan muhatap olabilse, Onun o güzelliği onu doyuracak zaten, başka bir ihtiyaç da hissetmeyecek.
FM: Hocam, Türkiye'deyken harıl harıl ders çalışıyorduk, derece yapalım diye… Bütün dünyamızı onun üzerine kuruyorduk neredeyse. Buraya geldikten sonra fark ettim ki herhangi bir şey için çaba gösterirken düşünüyorum: “Yarın zaten elimden alınacak” elim varmıyor çaba göstermeye…
O zaman bir daha böyle bir adanmışlık ile günde 10 12 saat çalışıyorsun, bu olağan dışı bir şey… Şimdi 2-3 saat çalışsak “tamam buna bu kadar yeter” gibi oluyor. Sizin dediğiniz gibi “insan aşkla yapınca devam ettiriyor”. O zaman biz şimdi arada kaldığımız dönemde, kalpteki o mekni - gömülü hazineleri bulup, onları motora verip onların enerjisiyle gitmeliyiz. Mesela şu an birçok Arkadaşım diyor ki “Geçinsem yeter”, büyük bir hedef koymaktan çekiniyor.
YB: Dünyevi kaynakların elde edilmesi, zaman kazanmaya vesile olacaksa iyidir. Yani ekonomik bağımsızlığı kazanma derler ya, Üstad da serbestiyet dönemi diyor, işte o serbestiyeti kazanma önemli... Chomsky‘nin dediği gibi, modern kölelik gibi bir işte çalışmak, maaşlı iş, gayri fıtrî bir hâl, çünkü bütün zamanınızı, ömrünüzü bir şeye yatırıyorsunuz. Bu her zaman istediğiniz bir iş olmuyor. Sevdiğiniz işlere vakit bulamıyorsunuz. Haftada kırk saat çalışsa, yorgunluk, dinlenme, aile derken vakit bitiyor. O dengeyi nasıl muhafaza edeceğiz, kolay bir şey değil. Tahmin ediyorum, ahir zamanda, Üstad’ın da işaretiyle “Beşer esirliği parçaladığı gibi ecirliği de parçalayacaktır.” (Sözler, “Lemaat”, s. 650). İnsanlar esir olmak istemedikleri gibi, ücretli de çalışmak istemeyecek. Herkes kendi patronu olacak bir bakıma. Yani “freelance” çalışanlarda veya tek kişilik şirketlerde serbestiyet vardır. Proje bazlı birliktelikler olur, yaptığınız işin karşılığını, verdiğiniz hizmetin veya ürünün karşılığını alırsınız, sonra başka bir projeye başlarsınız. Freelance çalışmayı teşvik eden şey, daha fıtrî olmasıdır. Bu serbestiyet, paradan daha büyük bir motivasyon kaynağıdır.
Mesela TED’deki konuşmalarda motivasyonla ilgili, büyük şirketlerdeki kıdemli çalışanlara bakıyorlar, motivasyonlarını nasıl artırabiliriz diye, maaşlarına zam yapıyorlar, bakıyorlar, pek bir değişiklik yok. Peki ne istiyorsunuz diyorlar, sizi ne motive eder. Onlar cevaben, haftada birkaç gün bize karışmayın istediğimiz projeyi yapalım, diyorlar. Biraz bağımsız, müstakil olma hâli bu. O işi yaparken, ilgi duyduğu alanlarda kendini geliştiriyor. O da öğrenme ve merak duygusunu tatmin ediyor. Peşinde olduğu maksadını tahakkuk ettirmeye vesile oluyor. Bunlar bir araya gelince müthiş bir motivasyon kaynağı oluyor ve çok daha verimli oluyorlar. Şirkette de daha fazla katma değer üretiyorlar, isteyerek yaptıkları için... Gerçek hayat da öyle; insan bir şeye çok muhabbet duyuyorsa, severek yapıyorsa, o işte bir bereket de oluyor, nuraniyet de oluyor, cazibesi oluyor yani… İşliyor âdeta ihlası işine, hizmetine…
Hizmeti “adanmışlık” ve “beklentisizlik” diye iki kelime ile özetliyoruz ya, o beklentisizlik de bir hürriyet vesilesi oluyor. Neden? “Ben çok gayret edeceğim, ama sonu gelecek.” Öyle oluyor dünyada genellikle, hele hele kurumsal, hiyerarşik yapılarda bu kaçınılmaz bir şey.
Belli bir dönem az bir süre bile olsa, güzel bir ihlaslı birliktelik, o tohumları saçma, o hakikatleri birlikte yaşama, ortak bir vizyona ve heyecana sahip olma, bu gerçekleşirse bu çok kıymetlidir. Kısa bir süre bile olsa… Aslında o kısa değil ebediyete bir yatırımdır. Çünkü çok önemli sırlar keşfedilmiştir ve herkes alacağını almıştır. Allah nasip ederse başka ortamlarda, platformlarda o tohumlar yeşerir, yeni girişimlere vesile olabilir.
FM: Yani, dönemsel olarak bir araya geleceğiz ve bir arada olacağız ve onun meyvelerini toplayacağız.
YB: Kanaat etme de kadere hürmet mânâsı taşır, hırs göstermeme… Azim, adanmışlık, gayret, himmet mühimdir, ama şefkatsiz bir gayret hırs doğurur. Şefkat, gayreti himmeti tadil eder, onun için sadece Hikmet değil şefkat de mesleğimizin esaslarından biridir. Kalb aklı tadil etmiş oluyor, zaten kalbsiz akıl olmaz. Malum, işimiz sadece entelektüel bir mesele değil.
FM: Geçtiğimiz günlerde Hutbe-i Şamiye’de bu konu ile alakalı şöyle bir yer ile karşılaştım:
Vicdanın anâsır-ı erbaası ve ruhun dört havassı olan
- irâde,
- zihin,
- his,
- latîfe-i Rabbâniye,
herbirinin bir gâyetü'l-gâyatı var:
- irâdenin, ibâdetullahtır;
- zihnin, mârifetullahtır;
- hissin, muhabbetullahtır;
- latîfenin, müşâhedetullahtır.
Takva denilen ibâdet-i kâmile, dördünü tazammun eder. Şeriat şunları hem tenmiye, hem tehzib, hem bu gâyetü'l-gâyata sevkeder.
Burada sanki bir şeye yönelirken, bütün latifelerle iradeyle hisle vicdanla yönelmemiz gerekiyor. Hocaefendi Kırık Testi’de bahsediyordu, insan sadece maddi anatomiden ibaret değil manevi bir anatomisi var, bir şeye çalışırken bütün olarak çalışması lazım.
YB: Çünkü kemal bu birliktelikte, imtizaçta… Hakikat nasıl tezahür ediyor; Vicdanın ziyası, ulûm-u diniyedir. Aklın nuru, fünun-u medeniyedir… (Münazarat, s. 63) Vicdan kalbin hissî boyutu; akıl kalbin fikrî boyutu; ikisi de kalbten kaynaklanır, hem vicdan hem akıl…
Onun aklın nuru, vicdanın ziyasından gelir. Akıl ayı, vicdan güneşine teveccüh edince parıldar. Akıl tâbi olunca nurlanır. Oradan alıyor ışığını, kendisi ışık kaynağı değil, oradan alınca yansıtır. Akıl bir araçtır. Onun salim çalışması, selim olması için mutlaka o ziyaya ihtiyaç vardır, ki Hocaefendi, Ölçü veya Yoldaki Işıklarda, “felsefenin bencesi” der ya, “İlahî varidattan beslenmeyen bir felsefe, düşüncenin falsosudur.” Der. (“Hikmet Parıltıları veya Felsefenin Bencesi”). Demek ki İlahî varidatla beslenirse o düşünce sistemi hikmet hâline gelebilir. Yani Kur’ân’la barışık bir felsefeye hikmet diyebiliriz. Vahye kulak vermeyen bir felsefe, düşüncenin falsosu oluyor. Cerbeze yapan, diyalektik yapan bir akla dönüşüyor. Nedir o? Dalalettir, aklı yanlış kullanmadır, sırat-ı müstakimden sapmadır, yanlış yorumlar yapmadır, delillerden yanlış yorumlara gitmektir, yani falso…
Bahsettiğiniz o takva bahsi gerçekten güzel. Hocaefendi ona tekvinî kanunlara hürmeti de ekliyor. İnsan yaratılış kanunlarını da göz ardı etmezse bu hakikî takvaya vesile oluyor.
FM: Bir süredir arkadaşlarla sabahları risale okumaya çalışıyoruz ve bu vicdanî enerjiyi tetikliyor, Üstadın 33 pencere’de dediği gibi, sadece aklın hissesi yok, sair letaifin de hissesi var. Bu gibi küçük bir araya gelmeler; bizi stabil hale getiren, latifelere enerji veren bir şey… O zaman bunun gibi birliktelikleri tetiklemek kritik bir öneme sahip diyebilir miyiz?
YB: Ahir zaman hastalıkları, depresyon gibi bütün huzursuzlukların temel sebeplerinden birisi latifelerin açlığıdır. Latife; cismaniyat, maddiyat, faniyat ile doymaz. Melek gibidir. Gıdası; nurdur, mânâdır, feyizdir. Onu arıyoruz. Sohbet-i Cânân onun vesilesidir.
FM: Üstad, tesanüd’ün de bir kerameti vardır diyor, herhalde buraya bakıyor.
YB: Kalbin Zümrüt Tepeleri’nde, tarikatı, tasavvufu özetliyor Hocaefendi: Hizmet ve sohbet. Evet sohbet, yapılan hizmetlerin özünü fark etme vesilesidir. O ruha bürünme, o ruhu canlı ve zinde tutmadır.
FM: Hocaefendi istişare öncesinde bol okuma yapalım diyor, O yüzden dergileri okurken ruhu besliyoruz, sonra bir iş yapacak olduğumuz zaman enerjiyi buradan alıyor, tıkır tıkır işliyor
YB: Enenin kulluğa bakan veçhinde ene kendini kul bilir, şuurkarane hizmet eder. (Sözler, s. 497) Hizmet ederken, hizmet ettiğinin tam farkında; kime hizmet ediyor, niçin hizmet ediyor, maksadı ne, bu konuda muğlaklık yok. O zaman kısa vadeli beklentiye girme de olmuyor. Nefis, heva, heves; peşin lezzetler peşinde olduğu için, hemen ister, onlarda iştahı erteleme yoktur.
FM: Bir gözlemim var, bir insan geliyor bir dönem böyle hizmette koşturuyor. Ondan sonra heyecanı bitiyor çekiliyor ya da yakınlarda olanlarla geçinemiyor ama hâlâ arıyor. İmanî heyecanı bulunca, hem devam edebiliyor hem diğer insanlarla geçinebiliyor.
YB: Kalb tam itimat ettiği bir kalbi bulduğunda huzur buluyor. Karşılıklı itimatta kalbler sırlarını birbirini açar. Hususî hayat hikayelerini paylaşır. Farklı bedenlerdeki tek ruh gibi, ihlas sırrı da odur. Kendi klonu gibi görür, tam senkronizasyon gibi… Esma kardeşliği bir bakıma… Aynı Allah’ın sanat eseri olduğumuzu fark etmenin heyecanı ve mutluluğunu birlikte yaşama, bunu kutlama bir bakıma. O zaman basit hisler devreye girmediği için perdelemiyor; rekabet, haset gibi şeyler de olmuyor. Olsa, o ruhu kaçırıyor zaten. Süfli hisler her insanda zaaf olarak, potansiyel olarak vardır, ortamını bulursa tetiklenir, çıkar ortaya…
Bu noktada uyumu ve müşterek vizyonu sağlayabileceği insanlarla karşılaşması ve onlarla beraber bir projede buluşması büyük bir bahtiyarlıktır. O zaman karşılıklı kıymet bilme de görülüyor, çünkü başka yerde bulamayacağınız bir nimettir, ihsandır bu birliktelik. Dünya fanidir, muhabbet bakidir.
FM: Bir parçalanma meyli var ya, onlar öyle takılsın, ben bunlarla geçinemiyorum der gibi. Madem takva, madem Allah’ın karşısında olduğumuzu bilme var, bir araya gelebiliriz.
YB: Bu noktada sınırları zorlamamak, karşılıklı hukuka hürmet etme niyeti ve samimiyet çok mühimdir. Bu olursa karşılıklı “efendilik” hâkim olur. Öteki türlü sınırları zorlama, hakka hukuka hürmet etmeme, hatta tahkir etme, herkesin içinde istihza etme olur. Bunlar tekebbür işaretidir, malum. O zaman her iki taraf için de gerginlik sebebi olur. O birlikteliği devam ettirmenin faturası çok ağır olur. Hem beden sağlığı hem ruh sağlığı aksar. Uykular kaçar, iştah kaçar, odaklanamaz, verimli çalışamaz. İnsanlar öyle bir ekipte bulunuyorsa, bu noktada çözüm; idarecilerin bunu fark ederek, fıtrat farklılıklarını gözeterek ekiplerin oluşturulması ve sorumlulukların sınırlarının net bir şekilde belirlenmesidir. Muğlaklık olursa, sınırları aşma meyli olur, aşılan her sınır saygısızlık mânâsına gelir. Ben sana saygı göstermiyorum, senin sınırını aşıyorum… Bu da rencide edici bir durumdur. Karşılıklı olarak, insanların yetkisine, sorumluluğuna, vazifesine, birikimine hürmet olursa bir ortamda, çok güzel senkronize olmuş, sinerjik bir ekip oluşur. Bu da zorlama ile olmaz zaten. Bu süreçte, Rabbimiz bize deneme imkânı verdi, insanlarla tanışma, birlikte aynı heyecanı paylaşabilir miyim, bir projede, ekipte yer alabilir miyim, nasıl olur, bunu tecrübe ediyoruz. Sonra bir karara varıyoruz. “O sırrı yakaladığımı hissediyorum, ben buna zaman ve emek ayırırım memnuniyetle, kardeşlerimle beraber bu projede yer almak istiyorum.” Bu olduysa zaten ne güzel bir talih, ama her zaman da olmuyor. Olması da şart değil…
FM: Olmadığı zaman sohbetler gibi latifeleri ve vicdanı harekete geçiren noktaları mı öne almak gerekiyor?
YB: Hayat farklı beklentileri senkronize edebilme sanatıdır bir bakıma. Çünkü bir ekipte insanların farklı hedefleri olur, bu beklentiler çatıştığı zaman gerginlik başlar. Müşterek bir vizyona ihtiyaç vardır. Bir gemideyiz, ufukta görülen hedef farklı ise, biz nereye gideceğiz, verdiğimiz enerjiye değecek mi? Bu da tefekkür, sorgulama, tahlil, biraz sakinlik, sessizlik, geri çekilip uzaktan bakma ile olur. Sessizlik olmadan, biraz geri çekilmeden gözlem ve tefekkür olmaz. Gözlem daha çok hadisenin içindedir, tefekkür biraz daha uzaklaşarak yapılır. Çünkü değerlendirme yapmak gerekirken, o kargaşada bütün parametreleri göremiyoruz.
FM: Bir işe başladıktan belli bir süre geçtikten sonra, iptal-i his yaşıyoruz. Bir bakıma, monotonlaşıyoruz. Oysa Hocaefendi için anlatmışlardı, senelerce planlı yaşamasından ve takvasından şaşmadan sebat etmesi etrafındakileri olumlu etkiliyormuş, biz bir dönem planlı olsak tefekkürsüz bir gaflete düşüyoruz.
YB: İptal-i his, gaflet sebebidir. Tefekkür, gafleti izale eder. Kör hissiyat da mesela, ilmin tesir etmemesidir. Çünkü iz’an ve hakikat ile tam yüzleşme, insanın davranışını değiştirir. O yoksa, entelektüel seviyede kalır, bilir ve tam iz’an olmadığı için, nur içine yerleşmediği için, onu tahvil etmez, yeni bir hâle döndürmez. O nasıl olacak, o ayrı bir mesele… Yalnız başına, iptal-i hissin içindeyim, çıkmam lazım gibi bir sırrı yakalamak çok zor. Çünkü bakış açısı değişmedikçe kör nokta görülmüyor. Farklı nazarlara ihtiyaç var, hayırhah gibi… Kalbine ayna olacak insanlar… Onlar söze, kelama ihtiyaç duymadan, hâlleri ile, tercihleri ile, samimiyet ve heyecanları ile çok dersler verirler. Bu noktada Allah bizi hep birlikte terbiye eder. Büyük bahtiyarlık öyle insanlarla tanışmak, akrabalıktan öte, hakiki uhuvvet. Onsuz, ihlas olmuyor. İnsan ne zaman kendinden vazgeçer? O’nun muhabbeti ile kendinden geçer. Doktor kendine neşter vuramaz; eneyi yırtamaz insan kendi başına.
Anne kendini feda ediyor, şefkatten aldığı lezzet, ölüm endişesinden daha fazla. Şimdi Allah öyle bir uhuvvet sırrı nasip ederse, böyle bir sırrı, lezzeti basit bir enaniyete feda etmek akılsızlık değil midir?
FM: Hocaefendinin bir yazısı vardı, “Yolda kalanlar da var” adlı. Orada diyor ki; “Zannediyordum ki, gün yüzüne çıkan her tomurcuk bir çiçek olacak ve bu çiçeklerin bütünü de, yapraklarında gamze çakan jâlelerle sonsuzluğa kadar sürüp gidecek!..” Bir baktım, biz de tomurcukların çiçek açmadığı bir zamandayız, o ene’nin tomurcuklanması gerekiyordu, hocalarımız bize emek vermişti. Herhalde uygun zemin ayarlayarak tomurcuklanmayı tetiklemeye çalışmamız gerekiyor.
YB: İklim, ekosistem… Ferdin çiçek açması değil midir Hizmet? Cenab-ı Hakk’ın kardeşlerimize verdiği istidatların yeşermesine hizmet etmek. Bunu karşılıklı yapabilmek… Kardeşinin meziyeti ile iftihar etme, muhabbetin ötesinde bir basamak gibi gözüküyor. Cenab-ı Hak kuluyla iftihar eder, şuunat-ı kudsiyesindendir. Bunun nasıl olduğunu tam olarak bilmek mümkün değil. Birbirimiz ile iftihar etmek, Allah için olmazsa, mümkün değildir, ene perdesi ağır basar, örter. Bazen Seyit Bey de der ya: “Yapacak bir şey yok.”
FM: Bazen ontolojik yaramız derdi, herhalde öyle bir şey?
YB: Öyle, çünkü zorlamaya gelmiyor, kader-i İlahî son sözü söylüyor. Kaderin hükmüne hürmet edip, neticeyi kabullenme, oradan dersini alıp yine ihsanda bulunmaya çalışma. İhsan, Cenab-ı Hakk’ın nasip ettiği nimetleri ve şartları en güzle şekilde değerlendirerek, sözlü, fiilî ve hâlî en güzel tavrı, hizmeti sergilemek, kendinden beklenenin en iyisini yapmaya çalışmaktır. O olunca zaten vicdanî bir huzur da oluyor. “Ben kendime mâlik değilim.” Dünyayı kontrol etmiyorum, benim elimde olmayan sayısız şey var, feleğin çarklarına, insanların ruh hâletine, tercihlerine, meyillerine ciddi bir etkim yok, kontrol edemem. Ama bu şartlar içinde, elimden gelenin en iyisini yapmaya gayret ediyorum, başka yapacak bir şey de yok zaten. Herkesi memnun etmek her babayiğidin harcı değildir, der Hocaefendi. O istihdam peygamberlik mesleği zaten, insanı, kâinatı kâmil manada bilmeyen bir insan, yanlış yerde yanlış insanı istihdam eder. Doğru yaptığını zannederek yanlış iletişimler kurar, yanlış beklentilere girdiği için sürprizler yaşar. Feraset dediğimiz şey budur aslında, o da bir nurdur. Sadece ilimle kazanılacak bir sır değildir. “Muhlas” da odur bir bakıma, burhan sahibidir Hazreti Yusuf kıssasında geçtiği gibi… Burhan, hakikatin perdesiz nurudur, Allah fark ettirir. Hakikati zedelemez, hakikate hürmet eder. Peygamberane bir hâldir, Hocaefendi gibi kâmil insanda görülür, cemaatin şahs-i manevisi ancak ona yaklaşabilir.
FM: Hocam, biz planlarımızda sebatsız oluyoruz, sizler nasıl yapıyordunuz?
YB: Kader dediğimiz şey bir bakıma ilahî plandır. Her şey ilme dayanır. İlim ve emir; kader şablonu gibi, her şeyin mahiyetini belirler, suretini, sınırlarını, miktarını takdir eder. Oradaki kalıplara göre kudret ve irade taalluk ederek, onu zahir kılar, zaman sayfası üzerinde, zerreleri istihdam ederek görünür kılar. Bizim bütün kurumsal ve şahsî işlerimizde, projelerimizde, plan aşaması, ilim ve emrin aktif olduğu aşamadır. İlim nedir? Bir şeyi şe’nleri ile bilmektir. Şe’n dediğimiz de bütün sıfatlarıdır. Kâinatta canlı cansız nesneler, hadiseler ve ilişkiler vardır. Bu ilişki ve etkileşimlere dair bilgi söz konusudur. Tefekkür ile, kültür mirası ile, okuyarak, tecrübe ile, danışma ile bu ilim sürekli genişler. İlim bir daire gibidir, o daire ne kadar geniş olursa, sebeplere riayet dairesi de o kadar geniş olur. Şimdi emir dediğimiz şey de ilmin algoritmik olarak süreç hâline getirilmesidir. “Bu ilmi, akış şeması hâline nasıl getireceğim?” demektir. Bu da vesile bilgisidir, buna “süreç yönetimi” de denilebilir. Zaman altına girdiğimiz için yapacağımız işler ani olmaz, sürece bağlıdır. Bu ilim ve emir bir araya geldiği zaman, irademiz ve onu icra gücümüz devreye girer ve dinamik bir sistem inşa edilir. O işin hakkını verenler sağlam bir sistem ile devam ediyorlar, neticede Cenab-ı Hak ihsan ediyor. Tabiî her şey beklenildiği gibi olmuyor. SWOT analizi yapılıyor. Güçlü noktalarını bilir, onu zayıf hâle getirmez. Zayıf noktalarını bilir, onu güçlendirmeye çalışır. Fırsatların farkında, zamanı gelince onu değerlendiriyor. Tehditlerin farkında, vakit varken tedbir almaya çalışıyor. Bunlar zamana bağlı şuurdur. Bilgi ve zaman yönetimi hayatîdir. Temelde ilim ve zaman iyi idare ediliyorsa, diğer kaynakların yönetimi daha kolay olur.
Mesela profesör bir tanıdığımıza, hayatını dolu dolu yaşamış bir hocamıza sormuştuk: “Hocam, bu kadar çalışmayı nasıl yaptınız?” Şöyle cevap vermişti: “Ben iki şeyi yapmaya dikkat ettim. İlk olarak, bir işe yoğunlaşırım, onu yapar, sonra başka bir işe başlarım. İkinci olarak, başladığım bir iş bitmezse stres yapmam, yeniden planlama yaparak zamana yayarım. Umulmadık bir şey olduğunda vazgeçmem veya şevkimi kaybetmem.” Beklenti seviyesini düşük tutuyor, kanaat ediyor, odaklanıyor, işin hakkını vererek o kanaatin şükrünü eda ettiği için berekete mazhar oluyor, yeni bir şevkle, enerjisini yitirmeden yoluna devam ediyor. Bir insan aczini fakrını tam hissettiği zaman, şükür ve şevki de canlı kalıyor. Aczini idrak edemeyen insanda beklenti yüksek olur. O yüzden şevkini muhafaza edemez ve neticede plansız olur.
FM: O zaman dönüp bakınca, bizim hastalıklarımızın çoğu enaniyet kaynaklı. Çoğu latife-i rabbanilerin açlığı sizin dediğiniz gibi…
YB: Sizin bu konuları gündeme getirmeniz güzel bir şey, Kalbin Zümrüt Tepeleri ile meşgul olacak nesil böyle yetişecek. Bu konuları gündeme alma, merak etme, tefekkür etme, bu konularda derinleşme… Bunlar olmadan eski alışkanlıklarla yenilik yapması, insanın manevî anatomisine çeki düzen vermesi, hâlinde ve etrafında bir inkılap görülmesi mümkün mü? Hâlimizi değiştirmezsek böyle devam ederiz. Bu noktada birbirimizi desteklemeye, teşvik etmeye ne kadar çok muhtacız!
FM: Hocam sosyal medya tam böyle bir şey değil mi? Bizim zihnimizi dolduran, zamanımızı meşgul eden şeyler… Bizim o sosyal medyanın doldurduğu yeri -belki farklı bir form’da parça parça, belki dergi okuyarak belki başka bir şey ile- doldurmamız lazım. Onu doldurunca buradaki şevkli ve planlı yaşamaya gelebiliyoruz.
YB: Çok güzel, Hocaefendi’nin de yaptığı bu değil mi? Bakın, ömür boyu talebe yetiştirdi. O talebeler çok kıymetli hocalarımız oldu. Önemli vazifeler yaptılar, eserler veriyorlar, çözüm üretiyorlar. Hocaefendi o ruhu onlara verdi. Biz Türkiye’de “akademi ruhu” derdik. Çünkü o hocalarımızın çoğu, Akademi’de yoğunlaşmışlardı. Akademi ruhu, Hocaefendi’nin ruhunu canlı tutup verilen eserlerde ve yapılan çalışmalarda o ruhun yansımasına hizmet eden kişilerle devam ediyor. Çünkü o ruhtan uzaklaşma demek, Hizmet’in de ruhunun kaçması anlamına geliyor. Hocaefendi’nin maksadı hâsıl olmuyor o zaman. Eskiden beri ilim geleneğinde, hoca talebe ilişkisinde biraz kıdemli talebelerin, yeni gelen öğrencilere abilik, hocalık yapması vardır. Bu bir silsiledir; ilmin üretilmesi ve türetilmesi. Yani ilmin yeniden üretilmesi, farklı tarzda ifadesi anlamında. Kültür mirasımızı canlı tutup yeniden üretme en önemli vazifelerden biridir. Çünkü yeniden üretim olmazsa; şablonculuk, şerhçilik ve olduğu gibi aktarma başlar, o zaman ruh da heyecan da kaçar. O mirastan istifade ederek, ona vicdanımızın sesi ile rengimizi katma, o ayrı bir heyecan oluşturur. Bu da ulvî hisleri besleyen projeler ile oluyor, sizin Respect’te yaptığınız gibi.
Yorumlar ()