“Varlık benim akrabamdır.”
Akraba, krb kökünden gelir ve yakınlar demektir. Varlık da yakınlık itibariyle bize bir akrabadır. Kan bağı değil de can bağı derler ya hani dostlar için, işte varlıkla aramızda ne kan bağı ne de can bağı da olsa mana bağı bakımından bir bağ vardır. Bu bağ buluşmaz ve bir arada bulunmaz denilenleri, zıt görünenleri birler, birbirine bağlar. Yolda önümüze düşen bir yaprak, bugün sevdiğimiz bir kedi ve kendimiz koca bir aileyizdir aslında. Varlık ailesi. Rahman sıfatının tecellileriyiz. Dolayısıyla ailenin her bir üyesi bu soy adının ünvanını taşır üstünde. Besmele huyumuz, can suyumuzdur ve can çıksa dahi bu huy baki kalır varlığımız üstünde.
Bu aile öylesine muhtevi bir nimettir ki, şükrünü eda etmek sıdk makamını da ister. Çünkü varlığın manasına dair doğruluğuna sadakatimiz olmadan bu aileye bağlılığın hissedilmesi zordur. Düşünün, dünyanın neresine giderseniz gidin aileniz hep yanınızdadır, sizinledir. Mesela annemiz yanımızda öylece duruyor da olsa bir sıcaklık hissederiz. “Annem yanımda.” bilgisi birçoğumuz için güven veren ve iç ısıtan bir malumattır. Dünyayı geçin arşa dahi çıksak her yanımızda bize aslında çok yakın olan ailemizle birlikteyiz, hem yalnız değiliz hem de yalnız hissetmeyiz.. öylesine güçlü bir sıcaklıktır hissettirilen. (İhsan şuuruyla ilişkilendirebileceğimiz yalnızsızlıktan farklı bir durum söz konusudur burada.) Böyle bir nimet için şükretmek ve sonra şükrü dahi aşıp tam anlamıyla hamd etmek gerekir. O (c.c) rahmetiyle bizi böylesine bir sıcaklığa dahil etmiştir.
İnsan olarak konuşmaya olan fıtri ihtiyacımız, eğer ki dost ehliyle karşılanamıyor ve imkanlar da dostları görmeye, onlarla muhabbet etmeye el vermiyorsa, bu ihtiyaç bir nevi dua hükmünde olacağından bu dünyadaki kabulü topyekün varlığın kendinde görülebilir. Peki nasıl varlıkla konuşulur? Nasıl ki bebekken sesleri taklit ederek konuşmayı ve konuştuğumuz dili öğrendiysek, burada da yine aynı şekilde mana bakımından erişkin olan büyüklerimizi dikkatle dinlemek ve onların sözlerini taklit etmek, varlığın dilini öğrenebilmek adına önemlidir. Varlık ne’ce konuşur? O erişkin zihinlerden birine gidelim ve “Kırk sene ömrümde, otuz sene tahsilimde dört kelime öğrendim.” diyen Üstadımıza kulak verelim: Mana-yı harfi, mana-yi ismi, niyet, nazar. Üstadımız aradığımız dilin kelimelerini doğrudan bize söyledi. Fakat öğrenmemiz için söylediklerini dinlememiz yetmez, bir de taklit etmemiz gerekir. İyi de niyet nasıl taklit edilir? Buradaki kelimeler yalnızca kişinin kendi içinde bilebileceği ama aslında başka birine gösteremeyeceği şeyler değil midir?
Sesin taklidi, iç konuşmayı yani düşünceyi gerektirir demiştik. Önce duyarız ve duyulan şey bir iç aksiyon halinde zihnimizde aktifleşir, bu aksiyon enerjisiyle mümkün mertebe en yakın ses taklit edilerek dil aracılığıyla dışa vurulur. Peki ya sözün taklidi nasıl gerçekleşir? Söz, her ne kadar itibari de olsa bir varlıktır, dolayısıyla ailedendir. Ailenin epey introvert (içe kapanık) olan bu üyesi, kendini herkese açmak istemese de konumu itibariyle epey kıymetlidir. Çünkü tüm aileyi birbirine bağlayan Rahmani bir ip, onun eline verilmiştir. Bu ip öylesine önemlidir ki, kimsenin eline öylesine tutuşturulamayacak bir ölçüdedir. Ancak hakiki manada isteyen ve bu talebinde kararlılık gösterene verilir. Verilmeden önce, içine kapanıklığıyla içkinliği de olan bu büyüğümüzün elini öpmek gerekir.
Evet, söz yaşı itibariyle epey büyüktür çünkü varlığın başlangıcından beri vardır. İncil’de bu hakikat, “Başlangıçta, söz vardı.” diye ifade edilir. Başlangıçta da işaret ettiğimiz gibi, söz bir duanın kabülüdür. (Allah duamızı, –bizim zaman algımızdan bakacak olursak– biz henüz etmeden önce kabul etmiştir.) Çünkü, “İsteseydi istemek vermezdi.” sırrınca, konuşmaya dair fıtri duamız bir tohum gibi atılmıştır içimize. Bu tohumun çürümesi demek, hayat suyu olan sözden mahrumuz demektir. Bizlere ab-ı hayat olan bu söz, Bismillah’tır. Tüm varlığı birbirine bağlayan ip benzeri damarlardan Bismillah akar. Dolayısıyla her kim bu ipe tutunup içindeki tohuma akacak olan suyu bu damarlardan alırsa, ib’e dahil olmuş olur.. ihvan-ı bismillah, yani Bismillah kardeşliğine. Bu uhuvvet, hamd makamı olan ihlasla saflarını sıklaştırır, suyunun akışını coşturur.
Hamd, kulun kendisine nimet verilse de ve (zahiren) verilmese de kulun yalnızca O’na teveccüh etmesini gerektireceğinden ihlas makamıdır. Bu makam, inşallah, bizleri Makam-ı Mahmud’a ve Hamd sancağının altında toplanmaya kadar götürür. Dolayısıyla ihlasın, bu suya karışması oldukça elzemdir. Çünkü ihlassız bir Bismillah, acı bir su olacağından, bırakın tohumu büyütmeyi, çürümesine dahi sebep olabilir. Bu korkuyla hiç bu işe karışmayalım desek, tohum susuz kalıp zaten kendi kendine sünnetullah gereği çürüyecektir. O yüzden havf ve reca dengesini korumaya dair sürekli bir şevk içinde olmak, bu iki kanattan gelen esintiler eşliğinde havalanacak ve tohum için hayat bulacaktır. Havamız, suyumuz tamam da güneşimiz nerede peki? Işık kaynağımız.. yani nurumuz. Allah’ın, yalnızca dilediği kullarının içine attığı o nur. Evet, yalnızca dilediği kullar bu nurdan nasiplenebilir. Peki ya bizim bu dilenmede ne payımız olabilir?
"Gerçek müminler ancak o müminlerdir ki yanlarında Allah zikredilince kalpleri ürperir, kendilerine onun âyetleri okununca bu, onların imanlarını artırır ve yalnız Rablerine güvenip dayanırlar." (Enfal, 8/2)
Besmelede hem Rahman hem Rahim sıfatları zikredilir. Allah’ın müminlere olan sevgisi ve merhameti bu hakikatte de görülebilir. Tüm varlığa, koca kainata olan merhameti ile mümin kullarına olan merhameti lafzan yan yanadır, Bismillah’ladır. Böylesine bir merhamet ve sevgi, kalbi pır pır eden bir müminin duasına icabet edilmeyeceğini akla dahi getirtmez. O yüzden ürpertinin frekansı ölçüsünde, yine o nura bir çağrı gidecek ve bir duaya dönüşecektir. Önemli olan, o titreşim elde edilinceye dek himmeti alî tutup aksiyonsuz kalmayarak hep bahsedilen metafizik gerilime geçmek için çabalamak, çabalamak ve çabalamaktır.
Ailesini geçindirmeye çalışan bir annenin veya babanın çabası gibi, çabasını yalnızca kendine değil tüm ailesine, kardeşlerine göre yükselterek, Allah nezdinde yücelterek, hatta kardeşlerini önceleyip tefanideki bereketle birini bin ederek o ürpertiye daha çok yaklaşır. Evet, duamız yalnızca kendimize yönelik olursa şayet, ne aksiyon ne de himmet günümüz şartları itibariyle bir anlam ifade edebilir. Duamız, topyekün varlığın duasına ortak olmalıdır. Bu duadaşlık inşallah bize yavaş yavaş mana bağındaki özü, dili anlayabilmemize de olanak sağlayacaktır. Bu dua hem bir düşünce hem bir aksiyondur. Hem dilimizde hem de elimizde olmalıdır. Şefkatli bir elle bu dua sürekli müşahede edilebilir. Bazen okşanan bir köpeğin, bazen kurtarılan bir böceğin, bazen sarılınan bir ağacın, bazen özenle katlanan bir kıyafetin, bazen kırılmasın diye yavaşça bırakılan bir cam şişenin, bazen ezmemek için üstünden atlanılan bir yaprağın, bazen…’ın üstünde… diye uzayıp varlığın sonuna kadar gidecek olan bu üstündeler, bize eşyayla olan ilişkimizi, yani bu duanın ne derece müşahede edilebileceğini de göstermiş olur. Madem hepsi kardeşimizdir ve hep beraber alemler içre bir aileyizdir, o halde bu yakınlığın getireceği sıcaklığı ve cazibeyi, bir incizaba dönüştürüp kurbiyetten akrebiyete doğru bir sıçrayış gerçekleştirmek de yine şartı adi kılınan bizim elimizde ve bizim dilimizdedir. O incizapla umulur ki, nur içimize atılsın, acz fakr toprağına gömülen tohumumuz asıl filizleneceği gün olan Kıyamet gününe dek çürümekten kurtulsun. Bizim aksiyonumuz tek başına onu çürümekten kurtarmaya yetmez, fakat müminler için kurtarılacağına dair verilen müjde, Rahman ve Rahim’i (c.c.) hatırlatmasıyla bizi başa döndürür ve Bismillah deyip ona başlatır.