Sihirli Nehir ve Yelkenlisi

Sihirli Nehir ve Yelkenlisi
"Mystical waterscape of Bosnia", DALL·E

Bosna’nın sokak köşelerindeki hayratlarda şırıldayan, cami avlularındaki şadırvanlardan akan sularda, yol kenarlarında toplaşan küçük derelerde yahut dağların arasından çizilmiş yolunu seyreden coşkun ırmakların üzerlerinde... İçimde bir yerde heyecanı gizli duran, köy evinden küçük testiyi kapıp pınara su doldurmaya koşan çocuğun tezahürünü görüyorum. Sularda, katrelerde, kendimle göz göze geliyorum, sonra gözümden içre o çocuğun gözü ile bakışıyoruz. Belki de şimdi suyla temizlenip gitmesini istediğim günahlarımın henüz beni böylesine kirletmediği masum zamanlara ve iştiyaklara hasretim.

Bu hasretin yine galeyana geldiği bir vakit, “Bazen garip bir susuzluk duyuyorum, suya değil çeşmeye.” demiştim, bilir misiniz bu susamaklığı?

“Avucumu bir köy oluğunun altına tutmak istiyorum.”

Fakat şimdi gözümde o kırık testiyle koşturan çocuk, sanki geçmişin bir hayaleti değil de gelecekten bana doğru koşan masum bir kahramanın mücessem tasavvuru gibi, benim günahlarımı yıkamaya geliyordu. İşte çeşmeye duyduğum hasret de böyleydi belki de.

Ben bir hâtıranın özlemini duyuyorum sanmıştım, yanılmışım. Elimi altına tuttuğum köy pınarlarını yeni memleketimde bulamayışımdan ettiğim şekvalar gelip kapıma dayanmışlardı.

“Kim o?” diye sual ediyordum, makul bir cevap alamıyordum. Mırıltılar, belirsiz ifadeler geliyordu kulağıma. Kapı deliğinden gözledim onları; işte, özlemimin yanılgısını, kimliğini tespit edemediğim bu şekvaların kambur duruşlarından idrak ediyordum.

Bir gün kapım ağırlıklarını kaldıramadı, şekvalar içeri akın etti. Yüzlerinde acı bakışlarla gelip karşı koltuğuma oturdular. İçlerinden biri elinde kırık testisiyle gelip yanımda bitti. Bizim çocuktu bu. Bir süre yüzümü süzdü, ümitsizliklerime ve amansız hasretime takıldı gözleri. Eliyle işaret etti, kambur duruşlu şekvalar dışarı çıktılar. Biz çocukla başbaşa kaldık.

Ve başladı anlatmaya.

“Zaman istikbâlden mâziye doğru akan bir nehirse eğer,* insan pekâlâ henüz tecrübe etmediği hâtıraları da özleyebilir. Hatta vasıl olmak için çırpınıp durduğu hayâlleri belki geleceğe ait hâtıraları, arayış diye ismini koyduğu o çırpınmalar da henüz müsemması tam görünmeyen özlemeklerdir. Zaman müstakîm bir hat gibi gitmiyor.** Ancak böyle akılları aşkın bir nehirde yelken açarken insan içinde hem ecdâdını, hem de müstakbel neslini aynı anda görüp tanıyabilir, bir yandan hasretle tutuşurken bir yandan ümitle ferahlayabilir.

Bu nehir kâh derme çatma Anadolu evlerinin önünden geçer, geçerken içeriden bir huzmecik ilham yüklenir; kâh sarayların içinden akıp yeni güzergâhına fetihler ve fâtihler götürür; ya da belki getirir, kim bilir. Önüne çıkan kayaların üzerinde yumuşakça geçip gider, nereden nereye sapacağını bilir, engel tanımaz.

Nehrin güzergahı upuzundur. Yelkenlinin menzili çoktur. Sarayların içinden yol olur, köprülerin altından çay olur, şadırvanlarda su diye akar, minarelerde ezan olur çağlar, tekkelerde dervişlerin “hay huy”larına karışır. İnsan buralarda çok aradığını bulabilir, fakat yolculuk asıl, o kimsenin bilmediği dağların eteğinde filizlenen bir çiçekte sürat kazanır; belki zambak, belki lâle, belki kardelen... İsmi kendinden, mânâsı O’ndan.

İşte o dağa vardığında yelkenliyi bir müddet terk edip kıyıda bırakır yolcu. Daha kıyıya gelmeden çiçeğin garipliği gözünü almıştır. “Acib” manada “garip” değil, kimsesizliğiyle Rabbine sığınan gariplerin manasında “garip”. Bastığı toprağı tanır yolcu, çiçeğin garip kalışının öyküsünü bilir.

Nazikçe kavrar onu, köklerini de ayırır topraktan. Bu çiçek için bir ölüm değildir, belki ayrılıktır, binlerin doğumuna vesile olacak. Hatta belki bu yüzden kavuşma da denebilir.

Bu çiçek kimi zaman Kerbela'dadır, kimi zaman Bosna'da. Mezopotamya'nın bin bir köşesinde, memleketinin bağrından koparılan böyle çiçekler vardır. Yeryüzünün en büyük bağına da ekilse bu çiçek, ilk filiz verdiği o küçük köşeyi arayıp duracaktır. Memleketinin bağrını başka coğrafyaların kurak sinelerine değişmez, tıpkı insan gibi. Fakat esasen dünyanın bütün toprakları çiçeğe de insana da dar-ı imtihandır. Firak olmadan visal olmayacağını böyle öğrenir çiçek, yahut insan.

Nerede kalmıştık?

Çiçeği kucağına alıp tekrar yelkenliye biner yolcu ve artık nehirde, elinde altından, elmastan kıymetli bir cevherle yol alır. Öyledir, içinde hasret ve arayış ateşinin yandığı gönüller, tüm cevherlerden kıymetlidir.

Hem ecdâdını hem de neslini elinde tutarak, çiçeğe baktıkça gülümseyerek ve gülümsedikçe ağlayarak, artık yolunun üzerindeki saraylara ve saltanatlara meyletmeden, bir yere doğru gider. Çiçeğin yüreğindeki hasreti dindiremeyecekse de gurbetini kurbete tebdil edecek bir meskene doğru yol alır.

Galiba oranın adına ummân diyorlardı, “çiçeğin bahçeye kalbolacağı bir ummân”.

Çocuk son sözlerini de söyleyip ayağa kalktı. Elindeki kırık testiyi kucağıma bıraktı.

“Benden bu kadar artık. Bundan sonra sen dolduracaksın.”

Irmakları ve zambakları ile Bosna, Temmuz 2024


Nisâ kaleminden;

  • derkenar 1: *20. Mektub/ 2. Makam/ 7. Kelime
  • derkenar 2: ** “Zaman durmadan deveran ediyor. Gündüzler geceleri takip ediyorVe zaman müstakim bir hat gibi gitmiyor. Bugün birilerine bayram, yarın başkalarına bayram. Bugün birilerine sevinç, yarın başkalarına sevinç. Bugün toprağın kara bağrında açan kar çiçekleri yarın zirvelerde gezmeye namzet. Bugün toprak kurak ve çorak olabilir. Ama cennetlerden daha kutsi gözyaşları yarınları gül bahçesine çevirecektir.”