Sanat, Sahne ve İhya: Bir Perdenin Ardında

Bir çalışmanın, bir emeğin, bir deneyimin, bir inşanın, bir inşa çalışmasının ardından mesela... Bir gözlem, bir izlem, bir sözdesanatgil ile karşılamak siz okuyucuyu (?)... Ne diyorduk? Sanat!
Sanatla başlamak... Sanat, Sanat! Kâinat-Sanat, Sanat-Kâinat! Var mı sanat...Yok sanat, var sanat... Var, yok hep Sanat... Nasıl başladı şu sanat? Mavinin mavi oluşu ile mi? "Yok canım!" dedi, Mülazımevvel. "Peki, peki!" dedi, Selim. O hâlde nasıl başladı? "Başladı işte, bir şekilde yahu. Kelime gibi mesela. Kelime de bir şekilde başladı, var olarak başladı. İnsan belki, evet insan... O da öyle başladı, var olarak." "Peki ya sonra ne oldu?" diyerek araya girdi yine Selim. "Sonra bir şeyler oldu, bir şeyler. Bir şekilde musallat oldu insan sanata. Kimi iyisin iyi yaptı, ilhamı sağlamdı. Kimi kumaşı tutturamadı. Kimi de gel zaman git zaman elindekini kaybetti, yüz çevirdi." Dedi ve durdu Mülazımevvel, büyük bir gerçeği tek nefeste anlatmış gibi. "Kaybeden iflah oldu mu peki?" diye yöneltti soruyu Selim. "Sanat ihya oldu mu?" dedi, Mülazımevvel.
Söz gibi, sözden gelmek gibi, sözgelimi... Sözgelimi bir metro istasyonu, iki yandan akıyor insanlık... Sanatın mekânları, sanatın imkânları... Bir avuç yalan, diyerek sırıttı Mülazımevvel. Bir avuç yalan. İmkân ve mekân, en doğru zamanda hep yoktur. Ama sanat... Her yerde oğlum, her yerde. Mavinin mavi oluşuyla başlamadıysa da mavinin mavi olduğu her yer sanat. Birimi ne peki? Birimi etki, dedi. Kötü ya da iyi, güzel ya da çirkin, etki. Peki şu sahne sanatkârları? Senin gibi soytarı olanlardan bahsetmiyorsan şayet, bir şey o da. Ayıp ediyorsunuz dedi, Selim. "Ben ki üçüncü sınıf bir sahne sanatkârı... Eli belinde, aklı fikri tiratta replikte! Olmayan akışta, nakışın peşinde... Eğer öyleyse... Üçüncü sınıf bir sahne sanatkârı oyunu, ucuz tiratlarıyla açsın." "Açsın oğlum, açsın! Bir grup da aldanıp dinlemeden alkışlasın."
Selim sahneye doğru baktı, koltuğundan kalktı. "Mısır getireyim mi?" Kalsın manasına gelen bir işaret yaptı, Mülazımevvel. Sonra unutmadan "Dişimin arasına giriyor." diye ekledi. Selim sahnedeki dolabı açtı, kostüm yoktu. Bir de olsaydı, bir de olsaydı... Rengi solmuş perdeyi tuttu, soldan ortaya... Ardından sağdan ortaya doğru kapattı. "Başlayalım mı?" diye seslendi. "Durduğun ayıp!" dedi Mülazımevvel. İki perdeyi de sırayla açtı şevkle. Bindik bir alamete diyecekçesine...
"Öhö-öhöm" dedi önce, öksürdü. Boğazını temizledi. Konuşmaya yeltendi, sustu. Kendinden pek çok yerde sahne sanatçısı diye bahsetse de her ne kadar kendini bu isimle pazarlasa da deneyimi yeterli değildi. Başlamak zorunda değildi. Daha Mülazımevvel'den başkası yok nasıl olsa diye düşündü. Karanlık sahne ve salon aklına ilkokulda oynadığı "pièce"i getirdi. Güneşi oynamaya çalışmıştı. Sahnenin pek çok yerini aydınlatmaya... Lâkin bir ay bile edememişti, gündüz gözüne. Bir kaynak değildi, yalnızca yansıtmıştı silik birkaç ışık hüzmesini. Karanlık kalan sahne ve bandonun gürültüsü kimilerine 17 Ağustos'u hatırlatmıştı, kum gibi kaynarken sesle ve titreşimle salon. Sonraları da bir tiyatro oyununda kapıcılık yapmıştı. Bununla sık sık övünürdü. "Ben", derdi. Kapıcıydım, bir oyunda. Sahiden de kapıcıydı. Yemeğin çayla servis edildiği topraklarda, bir tiyatro salonunun kapısında içeri girmek isteyenlerin eline, kendi deyimiyle, "Cologne" dökmüş, hoş geldiniz demişti. Sahne sanatlarına bu kadarıyla alışıktı. Aslında biraz da bağışıktı. Ne de olsa ne gündemler ne haberler ne palavralar görmüştü ne tiyatrolar izletmişlerdi yıllarca. "Başlamayacak mısın oğlum? Saatin geldi." Durdu, salonu süzdü. "Ama ağabey kimse gelmemiş." diyebildi. Mülazımevvel tereddütle yüzüne baktı ve "Ben geldim ya oğlum." dedi tok sesiyle. "Gelirler herhalde, ben prova alayım."
SELİM:
"Rüyamda simitler uçuştu,
Gözlerim gökyüzüne asılı kaldı,
Bekledim de gelmedin, tükendim."
"Oğlum..." dedi, Mülazımevvel. Sözünü kesti Selim: "Ciddiyetten bahsetmeyin ağabey, Mef'ûlü Mefâîlün Feûlün! Tabii ki Aruz vezni kullandım. Hece veznini benimseme cüreti gösteremezdim sahnede. Kimlerle karıştırıyorsunuz beni! Dizelerimi ötekiler gibi yermeye başlamadan evvel, düşündünüz mü hiç o muhteşem anlamını?"
Selim duraksadı. "Nedir anlamı?" dedi Mülazımevvel. Nedir anlamı? Ne olabilir anlamı? Bilemedi. "Mef'ûlü Mefâîlün Feûlün, Ağabey!" dedi. Mülazımevvel iç çekti. Öyle ki ses akustiğe kaptırdı kendini, duvalardan, perdelerden... Rüzgârın eşliğiyle akşam güneşinden, tanzimat sahnelerine... Yenilenmek, yenileşmek, iflah olmak, ihya... Hangisiydi? Ellerini başında birleştirdi sus dercesine, Selim. "Meddah olabilirdim belki, hayır pandomim yapmalıydım, hayır ne yapmalıydım?" Ortak değerler, ortak paydalar, sanat, ihya, memleket... Kendini kurtarır sandı, bayat tiratı: "Ne olacak sahi bu memleketin hâlleri, ağabey?" Mülazımevvel ayaklarını önündeki koltuğun üzerine atmış, Selim'i izliyordu. Selim durdu, ne dediğini kendinin de bilmediğinin bilinciyle, "Olacak ağabey, olacak" dedi. Bir "Anadolu Parsı" çevikliğiyle kapattı perdeleri, bizim de neslimiz tükeniyor diye geveleyerek kendi kendine.
Mülazımevvel ayaklarını derleyip toparladı. Yerinden doğruldu. Koltukların arasında dolaştı. Kalkıp gitmeyi düşünüyordu. Olmayacaktı besbelli. "Bu sancak böyle şahlanmaz efendi!" diyecekti ansızın, kabaran hışmıyla. Susmayı seçti. Selim kafasını perdeden uzattı. "DUR, YOLCU!" dedi. Duraksadı, "Durun, ağabey!" diye düzeltti. "Başlayacağız, oldu olacak. Bir ikna edebilsem Ahmet Vefik Paşa'yı da..." Mülazımevvel güldü, "Oynattı çocuk en sonunda. Oynattı. Vah, vah..." Dudaklarını ısırdı, dayanamadı güldü. "Varsın gelmesin oğlum, başla sen."
Perde iki udinin bestesiyle açılmaya başladı. Udilerden birincisi kısa boylu bir zenciydi. Etekleri yerde sürükleniyordu esbabının, acıklı bir tebessüm vardı yüzünde. Öteki udi bir çocuktu, hareketlerinden de anlaşıldığı üzere çalamıyordu. Ellerini gezdiriyordu gelişi güzel, udun üzerinde. Selim elinde iki çubuk ve ahşap parçalarla belirdi sahnede. Sahnenin ön kısmına öd ağacı tütsüleri yerleştirdi yataklarıyla beraber. "Olacak demiştim size, ağabey. Ayrıca tütsüleri yakamıyoruz, yangın alarmından dolayı, tabii siz serbestsiniz içinize çekmekte kokusunu." Mülazımevvel güldü, bu çocuk şaşırtmasını iyi biliyor bilmesine de bir de haberdar olsa hallerinden sırtı yere gelmeyecek diye düşündü. Zenci udi şevkle ve hararetle çalmaya başladı. Çocuk udi, "İşte geliyor!" dedi. "İşte geliyor, Nefî!" Selim başını eğerek karşıladı şairi. Zenci kendinden geçmişçesine çalarken girdi sahneye Nefî. Önce kolaçan etti sahneyi. Sonra...
NEFÎ: Selim, bu udilerin ne işi var burada?
SELİM: "pièce"imiz için buradalar efendim.
NEFÎ: Anladım, anladım. (Kafa sallayarak)
NEFÎ: Şu udiyi birine benzetiyorum da çıkaramıyorum, ne hikmetse
Mülazımevvel derin bir nefes aldı. Karışmayacağım, karışmayacağım diyordu kendi kendine ama nafile olduğunu anladı. "Mübarek terinden tanımışsınızdır, Nefî Efendi!" diye haykırdı. Selim korkuyla aniden bağırdı: Ağabey! Ne yaptın! Zenci udu bırakmış Nefî'nin üzerine yürüyordu. Udi çocuk apar topar perdeyi kapatmaya yeltenirken birkaç bağrışma koptu. "Yay Kirişi, Yay Kirişi!" diyordu, Zenci. Mülazımevvel kahkaha atmaya başladı, sesler kesilene kadar da susmadı.
Sesler kesildikten sonra Selim yavaş yavaş sahneden inerek Mülazımevvel'in yanına geldi. "Gidelim ağabey, gidelim." dedi. Mülazımevvel sessizce eşlik etti. Sokağa çıktıklarında kulağına eğildi Selim'in: Kaosu sezemedin mi önceden oğlum? Biliyordum, ağabey, biliyordum da... Malzemeler, imkânsızlıklar... Biliyorsun hep birtakım imkânsızlıklar. Bir gün, dedi. "Bir gün devran döner sahneye Neyzen Tevfik'i bile getiririm ağabey." Mülazımevvel bir kez daha kahkahayı kopardı. "Oyuncu seçimine dikkat etmen gerek. Yanlış yerde arıyor olmayasın sakın çözümü?" Ben yanlış görmüyorum ağabey, hata onlarda. "Bir daha ki sefere ben yazarım, olmaz mı?" dedi Selim beklentiyle. Mülazımevvel tereddütle baktı. Yazamaz mıyım ağabey ben de bir metin? Anlaşılmadan okutan, süslü püslü, etkileyen karşıdakini? Yazamaz mıyım? Cebinden defteri hırsla çekti. Mesela şöyle bir şeyler ağabey:
Gözleri kesik kesik bakıyordu adamın. Maviydi bir şeyler, mavi. Deniz, bir tencere çömçesiyle doldurulmuşçasına yapaydı. Kırıktı tepsisi çay taşıyan çocuğun Firuzağa dolaylarında. Sarsılıyor ve sarsılıyordu, lâkin dökülmüyordu. Böyleydi ve hatta masa da böyleydi. Masa da masaydı. Adam koydukça koyuyor, o bir iki sallanıp duruyordu. Sonra gökyüzü vardı; alacalı eteğine bürünmüş, iki yakayı baştan sona, uçtan uca saran. Esrik bir ressamın uçarı tutkusunda gizli bir takım imgelem, hayal gücü. Bu şekilde başlamadı mı? Evet, evet! Hayal gücüyle başladı meseleler; bir tür itki ile, ilerleme arzusuyla eş yönlü, bir tür sessizlikle içe dönük dünyaların paslı atlasında. Yazarkasa fişlerin arasında alaşağı olmuş porselen çaydanlığın sakisi, sessiz sessiz düşünürken fark etti: 'Ben' bir ben etmezi. Ben, bir ben etmez...
Olmaz mı ağabey? "Olur, olmasına da dediklerinden kendin bi'habersin oğlum. Vaziyet böyleyken olacaksa da olmaz. Evvelinde sen bir güzel okumalarını yapsan divandan. Hem Tiyatroyla falan da olmaz o ihya. Ne yapacaksın tiyatroyu, bırak Ahmet Vefik Paşa yapsın." Olmaz diye atıldı, Selim. "Her alanda ağabey, her alanda. Eskiden olsun, olmasın... Her alanda." Tiyatroyu hariç bıraksak ya Selim, gözünü seveyim. Gel "ben, bir ben etmez"in esrikliğine dönelim. Edebiyata dönelim, sıcak yuvamıza dönelim, aruz veznine dönelim... Selim güldü. Dönelim ağabey, dönelim... Bakarsın bir gün Vezneciler'e de döneriz.
Yorumlar ()