Hicrette Yeniden Doğmak

Hicrette 9. ayına girmiş olan Selim Almanya’nın Münih kentinde ikamet ediyor. Hikâye, nesir şiir, şiir, makale, deneme gibi türlerde metinler kaleme alan 17 yaşındaki genç gönüllü, istek üzerine sizler için Sergüzeşt-i Rehgüzer başlıklı metnini kaleme aldı.
Hizmet yetişkinleri olarak elimize kalem almanın ne kadar önemli olduğunun farkında değiliz.
Gençler olarak ise yazının ne kadar güçlü olduğu konusunda henüz bilinçlenmemişiz.
Her birimizin çok iyi bildiği bu süreç ile 7’den 70’e yüz binlerce insan a-normal hayatlarına başladılar. Yüz binlerce insandan bahsetmemize rağmen ortaya çıkan yazılı eserlerin azlığı kanayan bir yaramızdır, öyle olmalıdır.
Hem bizlere örnek olması, cesaret vermesi hem de kendisine bir yol açılmasına yardımcı olmak adına kıymetli Selim'den bir metin isteğinde bulundum. O da bizler için hicretinin 9. ayında yeni doğan bir bebek misali yeni hayatını ve 9 aylık sergüzeştini deneysel hikaye tarzında kaleme aldı. Her birimizin bu metinde ortak duygularımızın var olduğunu biliyorum ve kendimizden çok şeyler bulacağımızı ümit ediyorum. Saygılarımla.
Sergüzeşt-i Rehgüzer

Ağlama yine geliriz,
Üzülme yine gideriz,
Gelinmedi ve gidilmedi.
Yol neydi? Hangi dildeki hangi kelime tek başına açıklayabilirdi bunu? Kelime'yi incitmeye gelmez. Son günlerde cımbızlara boyun eğdiği söyleniyor gerçi ama beyhude. Kelime, sakın bu oyuna düşme! Ev bin-dokuzyüz-yirmiyedi kilometre!Çek değil ama gelmez sayılar boş bırakılıvermeye...
Nerede sergüzeşt? Don Kişot sanıyor olmasın kendini, tutan kişi bu kalemi? Hayır, hayır! İthaf yalnızca, laftan anlamayana. Yine de anlatmadan edemeyecek iyi yaşanmamış bir macera...
"İki bacak vardı, iki ayak. Ben vardım, yol yoktu. Sıcak bir yuvadaydım. Gözlerim kapalı. Dinlemiyordum İstanbul'u, belki habersizdim varlığından. “Tevellüd kaç?” demedi kimse, bilmedim ben de. Henüz yoktu o nedense. Bilmedim önce: tevellüd ne. Ağladım sonra. Ezan okuyamadı babam kulağıma. Yoktu belki de yanımda.
İnsan dediler, şimdi bildim: insanı. Şimdi bildim tevellüdü... Derken geçti bilmem kaç sene. Tanıdık sokaklar, başlarken duymadığım ama sonradan işittiğim ve sevdiğim sesler.
"Bir yaşam!
Gözlerin önünden akıyor, uçak seni bekliyor;
Bin!
Git!
Dönme!
Ama..."
Tilki kuyruğunu salladı ve ürkekçe baktı. Gözlerine baktım, masumiyeti gördüm. Uykumdan uyandım. İşitilen ve duyulan... Anlatılan ve bilinen... Yabancılaştı gözümde insan. Sultanahmet? Hayır, gurbet.
Nasıl ve ne zaman geldim buraya? Ne zaman geçti dokuz ay? Gittiğim gün düşen çocuklar ana rahmine, ağlıyor belki bu günlerde.
Zaman. Zaman aynı akmıyor! Bağırdım yüzüne. Hangi yüze? Tilki'nin yüzüne.
Geç kaldım, kaçmış.
Kaçmak?
Zulümden kaçmak, adaletsizlikten kaçmak, kibirden kaçmak, riyadan kaçmak, insandan kaçmak...
Tren geldi ve ben bindim. İstasyon arkada kalıyor, tren gittikçe gecenin içine. Uçağı hatırladım birden. Yedi tepe kayboluyor gökkubbede. Alışamadım, düzlüğe. Devinimsizliğe. Deniz? Hayır, göl. Tepe? Hayır, düzlük. Alışamadım, mis kokan havaya. Sera gazı. Olmaz, çok teknik. Egsoz dumanı! İdare eder. Binalar alçak, gökyüzü geniş. Bu ufukları görmedim ben büyürken. Daracık pencereden, daracık gökyüzünün zerreciklerini görmeye çalıştım. Ve yıldızları saydım. Mazur görün, haddimi çoktan aştım. Nedense iki elle sarılmadım, ama öteki elimi de çekmedim. Çünkü çekmek bize uygun değildi, diye anımsıyorum.
İki elinde iki şehir.
Bilin bakalım nedir?
Uyduruk.
Tatmalı belki de özgürlüğü? Ağır gelmesin bünyeye sakın. Sigorta karşılar. SGK’lı değilim, Mülteciyim... Ağır konuştun. İnsan hakkı değil miydi bu "şey" ? Sanırım. Ama inanmadın sen bu dünyada hukuk olduğuna, soktuğundan beri arılar alnından. Ama eğmedin başını, gelir elbet zamanı. Tavşan girmezdi bu deliğe ucunda havuç olsa, düşmezdi Alice de harikalar diyarına. "Ama olsun!" dedim. Adam oralı olmadı. Herhalde ihtiyarladı...
Kasedi geri sar. Yedi değil, üç değil, dört. İlk ağlayışın ardından geçti bir bin dört yüz altmış gün. Bu sefer açık arası sayıların.

İlk Yolculuk!
Bilinç düzeyi: düşük, eğitim: başlamadı, gökyüzü: gelişim için vasat...
Haberdar değildi ilk yolculuğundan. Şövalye romanlarını henüz okumamıştı. TRT'de izledi filmi, Don Quijote. İlk tohumunu attı şövalyeliğin, sonra telef oldu lodosta. Lodoscuları tanımadı hemen. Yeniydi iki yakalı şehirde. Kravatı denize bağladı, bilseydi onsuz olmayacağını hiç bağlamazdı.
Kaset zamanları bitti. Uyduramadı teknolojiye ayak. Bir tutkuydu içinde hep plakçalar. geri kalan, laf-ı güzaf!
Nesil denizaltıların, o yelkenlide. Rüzgâr nereye götürürse...
Play butonuna bastı bu sefer, ikinci büyük yolculuk. Play butonu dedi, az da olsa bir yerinden tuttu teknolojiyi. QLED ekran etmediyse de tüplü monitör vardı. Öyle izledi; Mısır tarlaları, bir avuç başak, yakında güneş doğacak.
Bitti ensesinde mavili, tutamadı sivri dilini, kıracaklardı belini, yoktu haberi ama pek severdi kafiyeyi.
Uyumak zor geldi yerde; fayda etmedi ninni, öfkeye. Duyduğundan beri hikâyesini, söylemedi dasdana dandini. Uyudu, uyandı. Buradaydı. Aklı denizde kaldı. Kim ne yapmalı?
— Neydi bu okuduğun?
— Anam anlatmıştı küçükken. Biraz hatırımda kalan, biraz gönlümde yatan... Yanisi harman.
— Yaşanmış mı bu olay?
— Yaşansa ne yaşanmasa ne, sen bana kalan şafaktan haber eyle.
(Kağıdı buruşturdu, arka cebine tıkıştırdı.)
Yorumlar ()