Dorian Gray'in Portresi Okuma Çemberi Değerlendirmesi

Dorian Gray'in Portresi Okuma Çemberi Değerlendirmesi

Edebiyat tarihinin en çarpıcı eserlerinden sayılan Dorian Gray’in Portresi, 1890 yılında yayımlanmış; İrlandalı yazar Oscar Wilde’ın tek romanıdır. Konusu ve ele alınış biçimiyle hikâyelerine pek benzememektedir.

Oscar Wilde, kendi karakteri itibarıyla çok eleştirilmiş bir yazar olmakla birlikte, dili çok zengin ve aforizmalarla dolu bir anlatıma sahiptir. Kitap, yazarın yaşadığı Victoria dönemine dair de çok fazla örnek barındırıyor.

Mesela, o dönemde keskin bir sınıf ayrımı olduğunu bu kitapta çok net görüyoruz. Zengin ve soyluların belli sokaklarda yaşaması, oda dolusu kütüphaneleri olan büyük evleri, tiyatrocuların alt sınıf insan kabul edilmesi gibi detayları kitaptan öğreniyoruz. Aynı zamanda bu zengin sınıfın sanatla da çok ilgili olduklarını; resim, tiyatro, opera ve hatta kıymetli taşlar ve kumaşlara olan ilgilerinin uzun uzun ele alındığını görüyoruz. Hatta bu kıymetli taşlar konusu o kadar uzun anlatılmış ki, bir an hikâyeyi tamamen unutup taşlar hakkında bir makale okuyormuşsunuz hissine kapılıyorsunuz.

Yazar, o dönemin ahlaki normlarını da çok eleştirmiş ve kitap, ilk yayımlandığı günden beri çeşitli sansürlere maruz kalmıştır.

Romanın ana konusuna gelecek olursak: Dorian Gray adında çok yakışıklı bir gencin ahlaki yozlaşma süreci anlatılıyor. Arkadaşı ressam Basil Hallward tarafından portresinin yapılması için poz verdiği günlerden birinde, Basil’in arkadaşı Lord Henry Wotton ile tanışan Dorian, onun hedonist fikirleriyle zehirleniyor.

Bir insanın en büyük zenginliğinin gençlik olduğunu ve kaybolup gitmeden önce doya doya günah işleyerek bu gençlikten istifade edilmesi gerektiğini savunan Lord Henry, bu düşünceleri özgürlük gibi kabul ettirdiği Dorian’daki değişimi bir deney yapar gibi izliyor.

Bu düşünceler Dorian’da kendi güzelliğine karşı güçlü bir farkındalık oluşturuyor ve tablodan nefret etmeye başlıyor. “Ben yaşlanıp çirkinleşirken bu tablo hep genç ve güzel kalacak, keşke tersi olsaydı!” diye bir dilekte bulunuyor ve bu dileği bir şekilde gerçek oluyor. Üstelik yalnızca yaşlanma değil, işlediği günahların da etkileri kendi yüzüne değil, tablodaki suretine yansımaya başlıyor.

İlk başta, tabloda gördüğü değişikliği kendi hayal gücüne yorsa da, zamanla dileğinin gerçekleştiğini anlıyor ve tabloyu tavan arasına saklıyor. Böylece dışarıdan bakıldığında melek gibi görünen bu yakışıklı genç adam, istediği her günahı özgürce yaşamaya başlıyor; fakat tablonun kimse tarafından görülmemesi konusunda da takıntılı bir hale geliyor.

Kitabın ilk yarısında fazla olay yok, daha çok felsefi tartışmalar yer alıyor. Öyle ki Lord Henry’nin hedonist fikirleri, okuyucuyu düşündürüp zihni sarsabiliyor. Tasvirler çok derin; bazen gözünüzün önünde o kadar net canlanıyor ki sanki bir film izliyormuş gibi hissediyorsunuz. Ancak kitabın ikinci yarısında beklenmeyen olaylarla karşılaşıyor ve hayretler içinde kalıyoruz.

Tek bir cümleyle tanımlayacak olursak: gençlik ve güzelliğinin büyüsüne kapılan bir adamın, ahlaki çöküş pahasına estetik ve haz peşinde koşmasının çarpıcı hikâyesi anlatılıyor bu kitapta.

Dört hafta süren okuma çemberimizde bizi en çok etkileyen unsurlardan biri, yazarın zengin dili ve genel kültür birikimi oldu. Aforizmaları üzerine uzun uzun düşündük ve tartıştık. Beklemediğimiz sürpriz olaylarla şaşırdık ve aklımıza gelmeyen bir sonla karşılaşarak yazarın kurgusuna hayran kaldık.

Kısacası, bizim için birçok açıdan verimli bir okuma çemberi oldu.