Tavşan Dağa Küsmüş, Dağın Haberi Yok!

Tavşan Dağa Küsmüş, Dağın Haberi Yok!
7 min read

Fikrine, zikrine ve tecrübelerine derin saygı duyduğum bir insanla yaptığım bir konuşma, bu yazıyı yazmam için bana ilham verdi. Belli belirsiz birkaç duygu ve fikir ayrılığının aramıza mesafe koymasını istemediğim için gerçekleştirdiğimiz bu konuşma, içimde bir aydınlanma yarattı ve bana şunu fark ettirdi: Belki de zıt sandığımız şeyler, aslında aynı madalyonun iki yüzü.

Bu fikir ayrılıklarından ötürü aramıza mesafe giren hocama karşı serzenişte bulunmak için ‘Tavşan dağa küsmüş, dağın haberi yok!’ sözüne atıfta bulunarak, hemen ardından hocam sayesinde bir aydınlanma yaşadım. Kendi hikayemde ben tavşan rolündeyken, o da dağ gibi bir figürü temsil ediyordu; onun hikayesinde ise belki de biraz uçuk bir şekilde, Marx ile Engels’i, Gazali ile Nizamülmülk’ü, Mevlâna ile Şems’i veya Büyükçelebi ile Ünal ağabeyleri temsil ediyorduk. Tabii ki, 'Aramızda tavşan ve dağ değil, dava arkadaşlığı ilişkisi var' derken kastettiği şey gerçekten böyle miydi, bunu sormak gerekebilir. Büyük ihtimalle böyle değildi. Ancak böyle düşünmek istiyorum ve onun da bu satırları okuyunca yüzünde bir tebessüm belireceğini umuyorum.

Algılarımızın bu kadar farklı olabilmesi beni hep şaşırtmıştır. Nasıl oluyor da bazı şeyleri farklı şekillerde anladığımız halde, sonunda aslında bir madalyonun iki yüzünü temsil ettiğimizi fark ediyoruz? Dünyaya, çevremize, kendimize ve olan bitenlere bakışımızdaki bu değişkenlik, aslında iç dünyamızın bir yansıması olabileceği kanısına vardırır bizi. Demek istediğim şu; birimiz yerdeki sayıyı 6 olarak görürken, diğeri 9 gördüğü için aramızda bir iletişim eksikliği olduğunu düşünebiliriz. Oysa sadece bakış açımız farklı – ya da yerimizi değiştirip başka bir yönden bakmak bize zor geliyor.

Zıt sandığımız şeyler, çoğu zaman aslında aynı şeyi temsil ediyor: Evet, hayat dualitelerden oluşuyor – zıtlıklarla var oluyor. Kötülük var ki iyilik anlam bulsun, güzellik var ki çirkinlik fark edilsin, sen var ki ben olayım, faniyiz ki bakiyi arzulayalım. Ama aslında eninde sonunda dualite yok; daha doğrusu birinden birini seçemiyoruz, çünkü hepsi aynı bütünü temsil ediyor. Şems ne güzel özetlemiş: 'Hakk’ın karşına çıkardığı değişimlere direnmek yerine teslim ol. Bırak hayat sana rağmen değil, seninle beraber aksın. Düzenim bozulur, hayatımın altı üstüne gelir diye endişe etme. Nereden biliyorsun, hayatın altının üstünden daha iyi olmayacağını?' Peki ya sen? Nereden biliyorsun 6’nın doğruluğunu, henüz 9’u görmeye tenezzül etmemişken?

Algı psikoloji profesörleri tarafından, genellikle beynimizin çevremizdeki dünyayı nasıl yorumladığını belirleyen bir süreç olarak tanımlanır. Etimolojik olarak, ‘algı’ kelimesi Latince ‘perceptio’ kelimesinden türetilmiştir; bu da ‘algılamak’ ya da ‘duyularla elde etmek’ anlamına gelir. Türkçemize ‘perspektif’ olarak geçmiştir, yani bir olaya ya da nesneye bakış açısını ifade eder. Perspektif, hem fiziksel hem de zihinsel bir açıyı içerir; yani bir şeyi nasıl gördüğümüz ve bu görülen şeyin bizim düşüncelerimizi, hislerimizi nasıl şekillendirdiğiyle ilgilidir. Hayatın rengini, aldığımız kararları ve seçtiğimiz yol ayrımlarını bile değiştirebilecek güçte olan perspektif, kişisel deneyimlerimize ve inançlarımıza dayalı olarak şekillenir. Bu nedenle, her bireyin dünyayı algılama biçimi benzersizdir ve bu benzersizlik, kişisel tecrübelerimizin ve içsel dünyamızın bir yansımasıdır. Ben de bu yazıyla size perspektifimin yazının başından sonuna doğru nasıl değişebildiğini resmetmeyi amaçlıyorum.

Her ne kadar gönlüm o dava arkadaşımı kendimle eş tutmak istese de, o benim için hep bir üstat olarak kalacak. Belki bu unvanı kabul etmeyecek mütevaziliğinden ötürü; ama ben, onunla ‘Allah'ım lütfen, bana yol gösterecek, beni eğitecek ve beni sıratı müstakimde kalmama yardımcı olacak bir hoca gönder.’ dualarını ettiğim zamanda karşılaştım. Sağ olsun, kötü huylarıma rağmen beni sevdi; yeri geldi ona kötü davrandım, yeri geldi ona küstüm ama her zaman içten davrandım. Ona olan samimiyetin o da bence hep farkındaydı.

Sonra fark ediyorum ki, biz onunla aslında bambaşka şeyleri temsil ediyormuşuz. O Freud iken, ben Jung; o Platon, ben Aristoteles; o Hobbes, ben Locke…Burada verdiğim örnekler, tarihte ünlü hoca-öğrenci ilişkilerini temsil ediyor olması sizi şaşırtmasın. Freud ile Jung, Platon ile Aristo, Hobbes ile Locke arasında derin fikir ayrılıkları doğmuş olsa da, bu öğrencilerin hocalarından büyük ölçüde etkilenmiş olmaları benim dikkatimi hep çekmiştir. Belki de bu dinamiği hep tecrübe etmek istediğimden ötürü, ya da kendi çapında bu kadar ünlenmiş bilim adamlarının da zamanında bir eğitim binasında masum bir öğrenci hallerini düşünüp beni mutlu etmesi de olabilir.

Bu öğrenciler zamanla kendi özgün düşünce sistemlerini geliştirmiş ve hocalarına meydan okumuş olsalar da, aldıkları temel eğitimin ve entelektüel altyapının onların gelişiminde ne kadar büyük bir rol oynadığı yadsınamaz bir gerçektir. Hocalarından öğrendikleri temel prensipler, sonraki yıllarda farklı yönlere sapmalarına rağmen, onların düşüncelerini şekillendirmiştir. Aslında bu ikilemler, bilgi ve düşüncenin nesiller boyunca nasıl aktarıldığını ve dönüştüğünü gösterir; her öğrenci hocasının bıraktığı mirası kendi yorumuyla yeniden inşa eder.

Evet, kendimi yine bu insanların seviyesinde görüp egomu yücelttim galiba. Ama inanın, bu doğru değil; çünkü her ne kadar bu dünya ve gidişata yön vermiş olsalar da, benim gözümde İbn Sina, Farabi, El-Kindi ve İbn Rüşd gibi Müslüman bilginlerin yerini tutamazlar. Onlar hem dini hem de bilimsel derinlikleriyle hayatın farklı yönlerine ışık tutmuşlardır. Batı düşünürleri bilimi ve felsefeyi genellikle seküler bir perspektiften ele alırken, İslam bilginleri bu alanları Allah’ın varlığı ve manevi derinliklerle entegre etmiştir. Örneğin, İbn Sina ve İbn Rüşd, bilimin yalnızca akıl değil, aynı zamanda manevi bir anlayışla şekillendirilmesi gerektiğini savunmuşlardır. Bu bütüncül yaklaşım, bilimin hem dünyevi hem de manevi bir amaca hizmet etmesini vurgular. Ayrıca, Batı’daki hoca-öğrenci ilişkileri daha çok fikirsel tartışmalara odaklanırken, İslam dünyasında bu ilişkiler, öğrencinin hem entelektüel hem de manevi gelişimini hedefleyen bir eğitim süreci olarak görülür. Allah ile şekillenmemiş bilim yüzeysel kalır. O yüzden kendimi onlara benzetmem, üstünlükten değil, daha çok yolun ne kadar başında olduğumu gösteren bir işarettir.

Üstat-öğrenci ilişkileri zaman zaman karmaşık ve zorlu olabilir; öğrenciler üstatlarının öğretisini sorgulayabilir, hatta onlara karşı çıkabilir. Ancak, bu karşı çıkışlar ve farklılıklar, temel eğitimin üzerine inşa edilen yeni düşünce sistemlerinin bir parçasıdır. Bilmiyorum, Jung ve Aristoteles gibi düşünürler için vefa ve minnettarlık bir anlam ifade ediyor muydu ama bu süreçte bu değerler üstat-öğrenci ilişkilerinin köklü bir parçası olarak görülmelidir ve hep dikkate alınmalıdır.

Ben yeri geldiğinde hocama ters düşer, küser ve kabuğuma çekilirim; fakat bana kattıklarını asla unutmam. Her şey için teşekkürler.

Umarım sonumuz, bahsettiğim ecnebi hoca-öğrencilerindeki gibi yol ayrılıklarıyla değil; Nizamülmülk’ün Gazali’nin fikirlerini destekleyip eğitim sistemine entegre etmesi gibi, İbn Sina'nın İbn Rüşd'ü (eleştirilerine rağmen) desteklemesi gibi, Ragıp Paşa'nın Mehmet Akif'i etkileyip yetiştirmesi gibi olur. Bilimin, inancın ve hikmetin bir arada olduğu bu yolculuğun sonunda, Rabbim bizlere de hak yolunda karşılaşıp ilim ve hikmetle buluşmayı nasip etsin, bizi sıratı müstakimde tutacak ilim ve irfan ile donatılmış kişilerden eylesin.