Film Okumaları: Persona – Kendilik Yolculuğu

Bu yazı, eserin akışına dair sürpriz bozan bilgiler (spoiler) içerebilir.
"Dışa bakanlar düş kurar, içe bakanlar uyanış yaşar." –Carl Gustav Jung

Filmleri izlemenin ötesinde anlam arayışı için buluştuğumuz 'Film Okumaları'nda bu ay çıtayı biraz daha ileriye taşıdık. Bu sefer anlamanın değil hissetmenin arayışı içerisinde olduk. İzlediğimiz 1966 yılı yapımı Persona filmi, psikolojinin kuramlarıyla sinematografi sanatının harmanlandığı ve seyirciyi derinden sarsan bir başyapıt. Ünlü yönetmen Ingmar Bergman'ın gerçeklik krizine, kişiliklerin çatışmasına ve varoluşsal bunalımlara, toplumsal baskıların bireyleşme önündeki etkilerine vurgu yaptığı bu film, Jungcu yaklaşımla değerlendirilebileceği gibi Lacancı perspektifle de yorumlanabilir.

Film hakkındaki yorumlarımıza geçmeden önce Carl Gustav Jung’un temel aldığı dört arketipten bahsetmek yararlı olacaktır. Aslında Jung 12 arketipten bahseder ancak temel aldığı 4 arketip vardır: Persona, gölge, anima/animus ve benlik.

Persona topluma karşı kullandığımız maskelerdir. Kişinin içindeki duruma göre davranışını belirler. Gölge kişiliğimizin karanlık yönüdür. Kendimize ve topluma yanlış gelen her türlü duygu ve düşüncenin var olduğu yerdir. Anima ve animus biyolojik cinsiyetimizin karşıt olanına ait özelliklerin bizdeki varlığını açıklar. Benlik ise kişiliğin kazanılmasında, iç çatışmaların dinginliğe ulaşmasında ve diğer arketiplerin dengeli bir bütün oluşturulmasında etkilidir.

Personanın yönettiği benliklerde önünde sonunda kişilik bozuklukları ve kendilerine yabancılaşmadan kaynaklı psikolojik sorunlar baş gösterecektir. Bu durum psişenin diğer bölümlerinin kendilerini ifade imkânı bulamayarak persona ile kimlik çatışması içerisine girmesinin sonucudur. Persona sayesinde kişi, gölgesinden kaynaklı benliğinin olumsuz görülmesini engeller. "Herkes bir gölge taşır." diyen Jung gölgenin inkâr edilmemesi gerektiğini belirtir. Böylece kişiliğimizin sadece persona ile özdeşleştirilmesinin önüne geçilmiş olur. Benliğinin farkında ve kişiliğin birer parçaları olan arketipleri dengeli ve uyum içerisinde yöneten bireyler, ruhsal açıdan daha sağlıklı olacaktırlar.

Filmimize geri dönersek; monolog halinde ilerleyen siyah beyaz film, basit ve sıkıcı görünmesine karşılık her sahnesiyle alt metinlerle dolu, sembollerin yoğun kullanıldığı bir sanat eseridir. Filmin aynı zamanda senaristi de olan yönetmenimiz, mitolojik, psikolojik metinlerden bolca yararlanmış. Persona filmi, "Sanat eserleri, sanatçının kendi yaşamından izler taşır." fikrine çok güzel örnektir. Bergman, iç kulak enfeksiyonu sebebiyle baş dönmelerine karşı, doktorun tavsiyesi olarak, tavanda sabit bir noktaya bakarken; iki insan yüzünün birbirine karıştığını hayal eder. Aynı zamanda pencereden bahçeye baktığında ise bankta oturan hemşire ve hastasını tek bir kişi gibi görür. Bu görsellerin etkisiyle Bergman’ın zihninde filmin senaryosu şekillenmeye başlamış.

Persona filmi, aktris Elisabeth Vogler’in bir oyun esnasında birdenbire sessizliğe gömülmesiyle, doktorun tavsiyesi üzerine bakıcı bir hemşire (Alma) ile yazlığa gitmelerini ve orada yaşananları anlatıyor.

Elisabeth kendi bilincinin farkında entelektüel, narsist ve topluma karşı personalarla yaşayan ama duygusal yakınlık kuramayan birisidir. Alma ise hayatı başkalarını memnun etmekle, onlardan onay almakla ve pişmanlıklarla dolu bir karakterdir. Elisabeth ‘persona şişmesi’ yaşadığının ve kendisine yabancılaştığının farkına varmasıyla suskunluğu yani tüm maskelerinden kurtulmayı seçecektir. Acaba doktorun dediği gibi bu durumda yepyeni bir maske midir?

Alma duygusal yapısıyla toplum tarafından kabullenilmek, hayran olduğu Elisabeth gibi sağlam inançlara ve başarılara sahip olmak istiyor. Elisabeth’in sustuğu yerde Alma konuşarak yaşıyor. Elisabeth’ın bu farkındalığa varması, mitolojik karakter Elektra oyununda olması ilginç göndermedir. Kendi anneliğinin bile bir maske olduğu gerçeğini fark etmesi, kadınların yaşadıkları bir varoluş sorununa dikkat çekmek için olabilir. Toplum tarafından kadına en çok yakışanın annelik (rolü) olduğu söylenir. Ancak kişinin benliği anneliğe uygun ve hazır olmadığında, annede (kadında) ve çocukta, ilişkilerinden kaynaklı ciddi sorunlar yaşayabilir.

Filmdeki sekansların ayrı ayrı derinlemesine incelenip yorumlanması gerekir. Ancak Peter Cowie’nin dediği gibi "Persona hakkında söylenen her şey çelişebilir; tersi de doğru olacaktır." Zaten filmde birçok şey açıklanmıyor. Ve seyircinin düşünceleri ve hayal gücüyle hislerine bırakılıyor. Filmin neresi gerçek neresi düş, kim hasta kim bakıcı ve en son iyileşen (!) kim anlamak zor. Filmin başındaki çocuk ve yaşlıların olduğu sahneler insanın personasız iki haline gönderme olabilir. Çocuğun gözlüğünü takması, okuduğu kitabın 'Zamanımızın Bir Kahramanı' olmasının muhakkak bir anlamı olması gerekir. Doktorun Elisabeth ile konuştuğu sahnenin filmdeki en önemli bölüm olması buradaki monoloğu daha bir anlamlı kılıyor. Elisabeth’in hastanede radyodan dinlediğine ve televizyondan izlediğine verdiği anormal tepkiler adeta onun gerçeklikten rahatsızlığını gösteriyor. Yazlıkta Alma ile yaşadıkları gerilim havasında geçen sahneler -Jungcu yaklaşımla- gölgenin yavaş yavaş kendini göstermesi ve personanın onun varlığını kabul etmesi gibi yorumlanabilir. Lacancı yaklaşımla ayna evresindeki anne çocuk ilişkisine gönderme de olabilir.

Elisabeth’in bilerek mühürlemediği mektubu okuyan Alma, büyük bir hayal kırıklığına uğrar. Hayran olduğu Elisabeth’e artık sadece nefret ve öfke beslemektedir. Kendisi hakkındaki düşüncelerinden dolayı ona fiziksel acı vermeye başlar. Alma’nın göl kenarında yansımasına bakması mitolojik karakter olan Narkissos’un hikayesine gönderme olabilir. Alma artık kendi benliğinin farkına varmıştır. Alma’nın görüntüsü varken film yanmaya başlar. Bu ilginç sekans ile filmin ilk bölümü biter. Devamında filmin başındaki bazı görüntüler tekrardan ekrana gelir. Elisabeth’ın flu görüntüsü ile başlayan ikinci bölüm sanki karakterlerin yeni kimlikleri ve anlayışlarıyla devam edeceğinin sinyalini vermektedir. Filmin yandığı sahnenin tam 47. dakikada gerçekleşmesi, bu filmin düşünsel fikrinin Bergman’ın 47 yaşındayken oluşmasına bir gönderme olduğunu düşündürüyor. Bu ikinci bölümde baskılanmış, hiç görülmemiş Alma’nın (gölge), varlığının belirgin olmasıyla persona (Elisabeth) ile yüzleşmesi ve çatışması başlayacaktır.

Elisabeth’ın kocasının yazlığa gelmesiyle, Alma, personanın sahteliğinin ve çürümüşlüğünün farkına varır. Bir ara üstünlükte kurmaya çalışır. İki yüzün birleşip tek yüz olduğu sahneyi izlediğimizde ise sanki persona ve gölgenin dengeye ulaştıkları izlenimi oluşturur bizde.

Birçok seyirciye film bittiğinde "Şimdi biz ne izledik?" hissi oluşturan, ancak alt metinlere vakıf oldukça derinliğine ve göndermelerine hayran kalınacaktır. Kısaca her iki karakterin başta kendi iç dünyalarında daha sonra ise birbirleriyle yaptıkları savaşa şahit olduk.

Elisabeth’de benliğini ele geçiren personaların, gölgesini bastırmasına karşı yaşadığı gerçeklik krizini aşmak için önce maskelerinden kurtulma daha sonra da gölgesini kabullenme mücadelesini ve böylece kişilik kazanma sürecini görmüş olduk.

Alma’da ise toplumdaki otoritelerin tüm isteklerine boyun bükmüş, personalı hayatlara hayran olmuş böylece kendi varlığından habersiz kişiliklerin iç çatışmalarını görmüş olduk. Alma gibi özelliği ön planda olanların kendiliklerine ulaşmalarının benliklerini keşfetmeleri ve arketiplerini dengeli ve uyumlu hale getirmeleriyle ancak mümkün olacağı şeklinde yorumlayabiliriz.

Film sonunda her iki karakterinde kendi işlerine geri dönmesini; arketiplerin benlik iddiasından vazgeçip kişiliğin birer parçası olduklarını ve diğer arketiplerin de varlıklarını kabullendikleri olarak yorumladık.

Film bu özellikleriyle, gölgesini inkar edip sürekli maskelerle gerçeklerden kaçanlara da; baskılanmış, önemsiz ve değersiz görülmüş ve dahi başkalarına hayran bir yaşam sürdürmüşlere de çok önemli mesajlar ve çözümler sunmaktadır.

Jung’a göre bireyselleşme, kişinin gerçekte olduğu şeyi kendi özüne dönüştürme sürecidir. Sağlıklı bireyleşme sürecinde yaşayabileceğimiz sorunların bilincinde olmak gerekir. Bir taraftan kararlılıkla personanın benlik ile özdeşleşmesini engellerken diğer taraftan her şeyimizle toplumun isteklerine teslim olmadan ama kendi değerlerimizin çizdiği sınırlarda kalmanın da önemini fark etmiş olarak, kendi kişiliğimizi inşa etmemiz gerekmektedir. Belki böyle bir süreçte profesyonel destek almak işimizi kolaylaştıracaktır.

Filmin oluşmasına katkı sunan yönetmenin sözü ile bitirelim:

"Bir gerçeklik krizi beni düşüncemi açıklamaya yöneltti. Gerçek nedir ve kişi ne zaman gerçeği söylemelidir. Cevabı o kadar geç geldi ki sonunda gerçekliğin tek biçiminin  sessizlik olduğunu düşündüm. Sonunda bir adım daha ileri giderek bununda bir rol, bir cins maske olduğunu keşfettim." –Ingmar Bergman 

Acaba filmi bu bakış açısıyla ve kendi arketiplerimizin farkına varmış olarak yeniden izlemek gerekmez mi?